NAZIM HİKMET
VE KÜRTLER ÜZERİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ:
Emperyalist paylaşım sonucu ortak bir coğrafyada yaşamak durumunda bırakılan Kürtler ile Türkler, tarihsel ve kültürel olarak pek çok ortaklığa sahip olmakla beraber iki halk arasında, Osmanlıdan bu yana Kürtlerin baskı altında tutulmasından beslenen önemli bir sorunu bulunmaktadır. Yüzyıllar boyunca Kürtler, vergi, askerlik ve savaş olunca hatırlanmış, ancak kendilerine dair hakları söz konusu olunca baskı ve yok sayma politikalarına reva görülmüşlerdir.
Türkiye Komünist Partisi’nin ( TKP ) ilk belgelerinde Kürt sorununa dair genel bir yaklaşımı olduğunu görebiliyoruz. TKP’nin kurucusu ve genel sekreteri Mustafa Suphi, Kürt sorununa değinirken şunlar söyler. “Bundan hemen on sene evvel bizler Anadolu’ya hayat verecek, medeni, inkılâbı inkişaflara zemin ve yol arıyorduk. Bu inkişaf, bizim fikrimizce, dâhilde Makedonyalıların, Arnavutların, Arapların, Kürtlerin, Ermenilerin vs. medeniyet, muhtariyet ve hatta istiklallerine istidatları derecesinde yol vererek hür milletlerin, hür ittihadı halinde milli tesanütler vücut bulacaksa, hariçten de Alman ve İngiliz emperyalizminden ziyade beynelmilel amele hareketine istinat ile kuvvet alabilecekti.” ( Mustafa Suphi. Yaşamı, yazıları, yoldaşları. Sosyalist Yayınları )
Buradan da görülüyor ki, Mustafa Suphi, daha Jöntürk devrimi yıllarında, Osmanlı sınırları içindeki halkların özgürlüğünü ve kendi kaderini tayin etme hakkını savunmuştur. Bu yaklaşım her ne kadar egemen ulus milliyetçiliğinden uzak, bilimsel sosyalizmin, ulusal soruna dair ilkeleri ile paralellik gösterse ve her ne kadar ulusların ve kültürlerin özgürlüğünü savunuyor olsa bile, pratikte Anadolu’daki tüm halkların sözcüsü olarak değil, sadece Türk işçi ve köylülerinin savunucusu olarak konuşur. Bu gün açık bir milliyetçilik belirtisi olan böyle bir yaklaşımı, o günün koşullarına göre olağan saymak hiçte komünistçe bir değerlendirme olmaz.
Şimdi bu bağlamdan yola çıkarak, Nazım Hikmet’in özelde Kürt sorunu, genelde diğer azınlıklar karşısındaki duyarsızlığına eleştirel bir yaklaşımla devam edebiliriz.
Son dönemlerde bazı tabular tabu olmaktan çıkmaya başladı. Bu günü anlamak ve geleceğe doğru bir perspektiften baka bilmek için geçmişe eleştirel bir gözle bakmak ve tabuları yıkmaktan korkmamak lazım. Hayat eleştiriler ve öz eleştiriler üzerine kurulursa temelleri sağlam olur. Sanatçı ve politik kimliği ile dünyaya mal olmuş Nazım Hikmet’in yaşadığı coğrafyanın dışındaki evrenselliği tartışmasız kabul görmüştür. Ama ne yazık ki aynı evrenselliği, yaşadığı topraklarda da gösterdiğini söylemek biraz zor.
Bilindiği gibi, Nazım Hikmet’in hayatı ile ilgili neredeyse bilinmeyen bir şey yok. Eserleri değişik zamanlarda ve değişik çevreler tarafından defalarca bastırılıp çoğaltılmıştır. Ama onun Kürtler, Türkiye’de Kürt ulusal sorunu ile ilgili pratik tutumu hakkında ciddi bir çalışma yaptığı söylenemez.
Nazım Hikmet Enternasyonalist içerikte ciddi ürünler vermiş olmasına ve TKP merkez komite üyesi hatta genel sekreter olmasına rağmen, Kürt ulusal meselesinde, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını sömürge ulusun ayrılıp devletini kurma hakkı olarak kararlıca savunmamıştır. 1920li yılların TKP si içerisinde ki “Ahmet Cevat yoldaşın” söylediklerinin çok gerisinde kalmıştır.
Ahmet Cevat şöyle demiştir. “Her millet gibi Araplar, Kürtler, Bulgarlar da ne surette yaşayacaklarını kendileri takdir ve tayin edeceklerdir. Federasyonu Rusya kabul ettiği gibi bizde kabul etmeliyiz. Bu prensibi yalnız biz değil, bütün milletler kabul etmelidir. Ancak bu prensip sayesindedir ki beşeriyet vasi bir aile halini alabilecektir.” (Mete Tun çay, Türkiye de sol akımlar-1(1908-1925)BDS yayınları)
Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet sonrası gerek Türkiye Kürdistan’ında gerek diğer parçalardaki onlarca Kürt ayaklanmaları ve bu ayaklanmaların her defasında sömürgeci egemen güçler tarafından acımasızca ve kanlı bir şekilde bastırılması, Nazım Hikmet tarafından bilinmemesi (ki bu içinde bulunduğu konumu gereği imkânsızdır) ve dile getirilmemesi Nazım Hikmet adına bir talihsizliktir diye düşünüyorum.
Egemenlik ve hakimiyetlik kurmak isteyen ve bu uğurda başta Kürt halkı olmak üzere diğer azınlıkların haklarını görmezden gelen kuvayilere destanlar yazan Nazım Hikmet, Koçgiride , Zilan’da, Dersimde, Piran’da ve Kürdistan’ın her karış toprağında Kürt halkının ulusal taleplerini dile getirmelerinden dolayı oluk, oluk akan kanlar karşısında suskun kaldı. Bu son tahlilde Nazım Hikmet’in Kemalizm’in etkisinden kurtulamadığının bir göstergesidir. Kaldı ki diğer azınlıklar hakkında da kayda değer bir değerlendirme göremiyoruz. Ve 1930 yılında Tan gazetesinde “iğneli fıçı” yazısında şunları yazar. “Türkiye faşist değildir. Burada sulh içinde yaşayan hiçbir unsura karşı kan kini, kan nefreti yoktur. Fakat faşizmin bayraktarlığını yapan bazı unsurlar, memlekette faşizme bir kapı açmak için böyle bir Yahudi aleyhtarlığı ile söze başlıyorlar” (Nazım Hikmet, yazılar 5,Adam Yayınları, sayfa 101) 1930’lu dönemde başta Kürtler olmak üzere diğer halklara (resmi söylemle azınlıklara) karşı izlenen politikanın özü, Türk olmayanların dıştalanması, eritilmesi, asimilasyona uğratılması, sürgün edilmesidir. Ve bunu yapan Nazımın belirttiği gibi “bazı unsurlar” değil bizzat Türkiye Cumhuriyeti devletidir.
Kürtlerle ilgili gelişmelerden Nazım’ın haberi yok muydu? Bizzat olayların geliştiği dönemde, bölge ve dünya kamu oyuna yansıdığı, Türkiye’de de sömürgeci basının konuyu ele aldığı hatta konun boyutları uluslar arası basına yansıdığı belgelenmiş bir gerçekliktir. Kürtler tarafından çıkarılan yayınlarda gelişmeler aktarılmaktadır. Sömürgeci egemenliği altındaki Kuzey de cereyan eden olaylar Türk basınına yansıdığı ve bir dönem Nazım Hikmet’in de yazdığı gazetelerde çıktığı bilinmektedir. Yani gelişen olaylardan TKP merkez komite üyesi olma itibari ile Nazım’ın haberdar olmaması olanaksızdır. Partili olarak bizzat basın alanında görevli olarak çalışmıştır.
Türkiye üzerine en kapsamlı çalışması olarak bilinen “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı eserinde kimi halklar üzerine yazar. Kürtler hakkında bu eserinde toplanmaktadır ve kimi çevrelerce referans olarak gösterilmektedir.
“Karadeniz’de içinde Lazların, şarkta Kürtlerin arasında.
Kürtler kuyruklu derler yalan, kuyrukları yoktur.
Yalnız çok asi, çok fakir insanlar.”
Başka bir yerde ise şunları yazar.
“Ve şarkta, akrepleri, toprak koğuşları,karpuzlarıyla ünlü hapishanede
Halil’in üstüne uşaklarını saldırdı Kürt beyleri ve beline inen odunla devrilmeden önce Halil, aynı rahatlıkla yardı üçünün kafasını”
Görüldüğü gibi Kürtlerden bahsederken “ulus” “halk” gerçekliğine vurgu yapılmaz. Sadece Nazım’ın şiirine konuk edilirler.
Son olarak son dönemlerde yine referans olarak gösterilen ve 1961 yılında aile dostu Kamuran Bedirhan’a yazmış olduğu mektuptur ve 1983 yılında yayınlanmıştır. Ancak mektup uzun olduğundan şimdilik yazmıyorum ilgilenenler için (Mehmet Bayrak, Kürdoloji belgeleri Öz-Ge yayınları,birinci baskı 1994,sayfa 530.)
Nazım bu mektubunda içine derin sesizliğini bozar ancak Kürt ulusunun parçalanmışlığının üzerinde durmadığı gibi konunu çözümü için sağlıklı bir görüş öne sürmemiştir. “Kürt milletinin önemli bir çoğunluğun Anadolu’nun bir parçasında yaşar” tespiti sorumluluğunu yerine getirdiği anlamına gelmez.
Not: Bu çalışmada Peri Yayınlarından çıkan bazı eserlerden faydalanılmıştır.
( Yavuz Kalkan )
Türkiye Komünist Partisi’nin ( TKP ) ilk belgelerinde Kürt sorununa dair genel bir yaklaşımı olduğunu görebiliyoruz. TKP’nin kurucusu ve genel sekreteri Mustafa Suphi, Kürt sorununa değinirken şunlar söyler. “Bundan hemen on sene evvel bizler Anadolu’ya hayat verecek, medeni, inkılâbı inkişaflara zemin ve yol arıyorduk. Bu inkişaf, bizim fikrimizce, dâhilde Makedonyalıların, Arnavutların, Arapların, Kürtlerin, Ermenilerin vs. medeniyet, muhtariyet ve hatta istiklallerine istidatları derecesinde yol vererek hür milletlerin, hür ittihadı halinde milli tesanütler vücut bulacaksa, hariçten de Alman ve İngiliz emperyalizminden ziyade beynelmilel amele hareketine istinat ile kuvvet alabilecekti.” ( Mustafa Suphi. Yaşamı, yazıları, yoldaşları. Sosyalist Yayınları )
Buradan da görülüyor ki, Mustafa Suphi, daha Jöntürk devrimi yıllarında, Osmanlı sınırları içindeki halkların özgürlüğünü ve kendi kaderini tayin etme hakkını savunmuştur. Bu yaklaşım her ne kadar egemen ulus milliyetçiliğinden uzak, bilimsel sosyalizmin, ulusal soruna dair ilkeleri ile paralellik gösterse ve her ne kadar ulusların ve kültürlerin özgürlüğünü savunuyor olsa bile, pratikte Anadolu’daki tüm halkların sözcüsü olarak değil, sadece Türk işçi ve köylülerinin savunucusu olarak konuşur. Bu gün açık bir milliyetçilik belirtisi olan böyle bir yaklaşımı, o günün koşullarına göre olağan saymak hiçte komünistçe bir değerlendirme olmaz.
Şimdi bu bağlamdan yola çıkarak, Nazım Hikmet’in özelde Kürt sorunu, genelde diğer azınlıklar karşısındaki duyarsızlığına eleştirel bir yaklaşımla devam edebiliriz.
Son dönemlerde bazı tabular tabu olmaktan çıkmaya başladı. Bu günü anlamak ve geleceğe doğru bir perspektiften baka bilmek için geçmişe eleştirel bir gözle bakmak ve tabuları yıkmaktan korkmamak lazım. Hayat eleştiriler ve öz eleştiriler üzerine kurulursa temelleri sağlam olur. Sanatçı ve politik kimliği ile dünyaya mal olmuş Nazım Hikmet’in yaşadığı coğrafyanın dışındaki evrenselliği tartışmasız kabul görmüştür. Ama ne yazık ki aynı evrenselliği, yaşadığı topraklarda da gösterdiğini söylemek biraz zor.
Bilindiği gibi, Nazım Hikmet’in hayatı ile ilgili neredeyse bilinmeyen bir şey yok. Eserleri değişik zamanlarda ve değişik çevreler tarafından defalarca bastırılıp çoğaltılmıştır. Ama onun Kürtler, Türkiye’de Kürt ulusal sorunu ile ilgili pratik tutumu hakkında ciddi bir çalışma yaptığı söylenemez.
Nazım Hikmet Enternasyonalist içerikte ciddi ürünler vermiş olmasına ve TKP merkez komite üyesi hatta genel sekreter olmasına rağmen, Kürt ulusal meselesinde, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını sömürge ulusun ayrılıp devletini kurma hakkı olarak kararlıca savunmamıştır. 1920li yılların TKP si içerisinde ki “Ahmet Cevat yoldaşın” söylediklerinin çok gerisinde kalmıştır.
Ahmet Cevat şöyle demiştir. “Her millet gibi Araplar, Kürtler, Bulgarlar da ne surette yaşayacaklarını kendileri takdir ve tayin edeceklerdir. Federasyonu Rusya kabul ettiği gibi bizde kabul etmeliyiz. Bu prensibi yalnız biz değil, bütün milletler kabul etmelidir. Ancak bu prensip sayesindedir ki beşeriyet vasi bir aile halini alabilecektir.” (Mete Tun çay, Türkiye de sol akımlar-1(1908-1925)BDS yayınları)
Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet sonrası gerek Türkiye Kürdistan’ında gerek diğer parçalardaki onlarca Kürt ayaklanmaları ve bu ayaklanmaların her defasında sömürgeci egemen güçler tarafından acımasızca ve kanlı bir şekilde bastırılması, Nazım Hikmet tarafından bilinmemesi (ki bu içinde bulunduğu konumu gereği imkânsızdır) ve dile getirilmemesi Nazım Hikmet adına bir talihsizliktir diye düşünüyorum.
Egemenlik ve hakimiyetlik kurmak isteyen ve bu uğurda başta Kürt halkı olmak üzere diğer azınlıkların haklarını görmezden gelen kuvayilere destanlar yazan Nazım Hikmet, Koçgiride , Zilan’da, Dersimde, Piran’da ve Kürdistan’ın her karış toprağında Kürt halkının ulusal taleplerini dile getirmelerinden dolayı oluk, oluk akan kanlar karşısında suskun kaldı. Bu son tahlilde Nazım Hikmet’in Kemalizm’in etkisinden kurtulamadığının bir göstergesidir. Kaldı ki diğer azınlıklar hakkında da kayda değer bir değerlendirme göremiyoruz. Ve 1930 yılında Tan gazetesinde “iğneli fıçı” yazısında şunları yazar. “Türkiye faşist değildir. Burada sulh içinde yaşayan hiçbir unsura karşı kan kini, kan nefreti yoktur. Fakat faşizmin bayraktarlığını yapan bazı unsurlar, memlekette faşizme bir kapı açmak için böyle bir Yahudi aleyhtarlığı ile söze başlıyorlar” (Nazım Hikmet, yazılar 5,Adam Yayınları, sayfa 101) 1930’lu dönemde başta Kürtler olmak üzere diğer halklara (resmi söylemle azınlıklara) karşı izlenen politikanın özü, Türk olmayanların dıştalanması, eritilmesi, asimilasyona uğratılması, sürgün edilmesidir. Ve bunu yapan Nazımın belirttiği gibi “bazı unsurlar” değil bizzat Türkiye Cumhuriyeti devletidir.
Kürtlerle ilgili gelişmelerden Nazım’ın haberi yok muydu? Bizzat olayların geliştiği dönemde, bölge ve dünya kamu oyuna yansıdığı, Türkiye’de de sömürgeci basının konuyu ele aldığı hatta konun boyutları uluslar arası basına yansıdığı belgelenmiş bir gerçekliktir. Kürtler tarafından çıkarılan yayınlarda gelişmeler aktarılmaktadır. Sömürgeci egemenliği altındaki Kuzey de cereyan eden olaylar Türk basınına yansıdığı ve bir dönem Nazım Hikmet’in de yazdığı gazetelerde çıktığı bilinmektedir. Yani gelişen olaylardan TKP merkez komite üyesi olma itibari ile Nazım’ın haberdar olmaması olanaksızdır. Partili olarak bizzat basın alanında görevli olarak çalışmıştır.
Türkiye üzerine en kapsamlı çalışması olarak bilinen “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı eserinde kimi halklar üzerine yazar. Kürtler hakkında bu eserinde toplanmaktadır ve kimi çevrelerce referans olarak gösterilmektedir.
“Karadeniz’de içinde Lazların, şarkta Kürtlerin arasında.
Kürtler kuyruklu derler yalan, kuyrukları yoktur.
Yalnız çok asi, çok fakir insanlar.”
Başka bir yerde ise şunları yazar.
“Ve şarkta, akrepleri, toprak koğuşları,karpuzlarıyla ünlü hapishanede
Halil’in üstüne uşaklarını saldırdı Kürt beyleri ve beline inen odunla devrilmeden önce Halil, aynı rahatlıkla yardı üçünün kafasını”
Görüldüğü gibi Kürtlerden bahsederken “ulus” “halk” gerçekliğine vurgu yapılmaz. Sadece Nazım’ın şiirine konuk edilirler.
Son olarak son dönemlerde yine referans olarak gösterilen ve 1961 yılında aile dostu Kamuran Bedirhan’a yazmış olduğu mektuptur ve 1983 yılında yayınlanmıştır. Ancak mektup uzun olduğundan şimdilik yazmıyorum ilgilenenler için (Mehmet Bayrak, Kürdoloji belgeleri Öz-Ge yayınları,birinci baskı 1994,sayfa 530.)
Nazım bu mektubunda içine derin sesizliğini bozar ancak Kürt ulusunun parçalanmışlığının üzerinde durmadığı gibi konunu çözümü için sağlıklı bir görüş öne sürmemiştir. “Kürt milletinin önemli bir çoğunluğun Anadolu’nun bir parçasında yaşar” tespiti sorumluluğunu yerine getirdiği anlamına gelmez.
Not: Bu çalışmada Peri Yayınlarından çıkan bazı eserlerden faydalanılmıştır.
( Yavuz Kalkan )