19 Nisan 2012 Perşembe

AYAKKABI İŞÇİLERİ NEDEN ÇOK İÇER ?

               AYAKKABI  İŞÇİLERİ NEDEN ÇOK İÇER ?

1960 'lar dan bugüne ..

Bir çoğu çocuk yaşta mesleğe (Zanaat) çırak olarak giren ayakkabı işçileri İzmir 'de yoğun olarak İkiçeşmelik caddesinden aşağıya inerken sol tarafında Kahramanlar sokağı, Azizler sokağından eski hastane(İzmir Gureba-ı Müslimün Hastanesi) sokağına kadar olan kısıma, caddenin sağ tarafında Agora, Mezarlıkbaşı ve  Keçecilere kadar olan kısımlarda, Rumların ve Yahudilerin terk etmek zorunda kaldığı eski tarihi cumbalı evlerde, aile evlerinde ( Kortejo'larda ) derme çatma küçük dükkanlarda dağınık  ama özgür bir çalışma ortamına sahiptiler.

Henüz makine  üretiminin gelişmediği, daha küçük atölyelerde el ile üretimin egemen olduğu bu dönemde zanaatkar ustaların tecrübeye dayalı iş gücüne duyulan ihtiyaç fazla olduğu için emekçiler ve ürettikleri çok daha değerliydi.
Ayakkabı üretiminde parça başı ücretin egemen olduğu bir dönemdi. Parça başı ücret ödenmesinin kafalarda yarattığı bulanıklık işçi bilinci'nin gelişmesine çok fazla imkan tanımıyordu. 
İstediği saatte işbaşı yapan istediği saatte paydos eden, gün içindeki davranışlarını kendileri "özgürce" belirleyen ayakkabı işçileri iş gücüne duyulan ihtiyacın yarattığı "özgürlük ortamının" imkanlarını sonuna kadar kullanıyorlardı. El ile üretimin belli sınırları vardı. Çok üretmek için daha fazla insana ihtiyaç vardı. Sezonluk çalışma her zaman geçerliydi. Sezon açıldığında uzun saatler yoğun emek harcamak ve gün boyu dikkat gerekiyordu. Bir tezgahta Usta, kalfa ve çırak olmak üzere genelde üç kişi çalışıyordu.

Ayakkabı işçileri ayakkabının hangi kısmını yapıyorsa kendileri o adla anılıyordu.
Ana işlerin Kesim , Saya, Montaj olarak adlandırdığı bu dönemde  ayakkabı işçisinin haftalığı            (Kesici, Tıraşçı, Sayacı ,Kalfa, Foracı, Frezeci  Temizlemeci) oldukça tatminkardı.
Neredeyse bir memurun aylık ücreti ayakkabı işçisinin 1 haftalığına denk geliyordu. Rumlardan devralınan ayakkabı üretimi kültürünün bir parçası olan, yani "BROSTANCA" (günlük ihtiyaçların karşılanması için alınan para) alınması geleneksel tartışılmaz bir haktı.

Ayakkabı işçileri bu dönemde her sezonda tatmin edici zamlar talep ediyor ve istediklerini alıyorlardı. Ayakkabı işçilerinin yaşam düzeyi bu günden bakıldığında oldukça iyi sayılırdı. Kazançlarıyla kendileri ev sahibi olabiliyor, rahat bir yaşam sürdürebiliyorlardı. 
Bağımsız çalışma ortamlarının rahatlığı ve bir kültürün uzantısı olarak akşam üzeri güneşin batmasına yakın saatlerde, ustalar çırakları ellerinde torbalarla  Bira, Rakı, Şarap vb. her türden içki almaya yollardı.Çıraklar yakın meyhanelerden dükkanlara meze taşır, zanaatkar ustalar günün yorgunluğunu demlenerek üzerilerinden atmaya biraz olsun rahatlamaya çalışırlardı.
İçki sadece zorlu çalışma koşullarının bir sonucu değil, geçmişten bu güne uzanan bir kültür olarak'da tarihten bu güne taşınmış geleneksel hale gelmişti. Yazın güneş batıp akşama evrilirken ayakkabı ustalarında bir kıpırdanma başlar, çekiç seslerinin arasında ne içileceği üzerine keyifli cümleler kurulmaya başlanırdı. Kim kimle ortak ne içecek hangi mezeler alınacak kısa sürede karar verilir çıraklar siparişi alır yollara koyulurdu. İçmeden durulmazdı. İlk tekler atıldı mı bir rahatlama başlar teyplere kasetler konur eski Yahudi ve Rum evlerinden bozma atölyelerde kah kederli kah neşeli şarkılar yükselirdi. Sohbetler karşı tezgahlardakilerin duyması için daha yüksek sesle yapılır, yüzleri gülümseten hayaller, derin kederlere boğan yaşanmamışlıklar ortaya serilirdi.  

Ünlü tarihçi Eric Hobsbawm'ın  "Sıradışı İnsan" adlı kitabının "Siyasi Ayakkabıcılar" bölümünde aktardığı bir anekdota göre yüzyıllarca önce söylenen 
"Ayakkabıcılar nerede içiyorsa en iyi bira oradadır" aktarımı da büyük ölçüde bu durumu doğrular niteliktedir. Ayakkabıcıların içkiye ve konuşmaya düşkünlüğü, isyancı kimlikleri bu günden geriye doğru izi sürüldüğünde başka örneklerle de desteklenen tarihsel bir gerçekliktir.

Emeğin  ve emekçinin, günümüzdeki duruma bakıldığında görece değerli olduğu yıllarda daha çok keyif için içilirdi diyebiliriz. Ayakkabı üretimi yoğun kol emeği gerektirdiğinden iş oldukça yorucuydu.Gün boyu çekiç sallamak, sayısız kere makinenin pedalına basmaktan yorulan ayaklar, yoğun gürültü, kullanılan kimyasalların kokusu ve çok ürettirmek için patronun baskısı sonucu oluşan gerginliğin bir şekilde rahatlamaya dönüştüğü zamanlara ihtiyaç vardı.

Bu da ancak iş yoğunluğunun azaldığı çalışanların yorulduğu akşam saatlerinde mümkün oluyordu.  O yılları yaşayan, daha yaşlı zanaatkar ustalar şimdi sohbetlerinde anılarında kalan güzel o özgür günleri ah edip anıyorlar.   

1980 lerden sonra başlayan alt üst oluş.                                    Makineleşme, seri üretim, nitelik gerektirmeyen ve değersizleşen emek sürecine yol alırken işçilerin durumu..

1980 li yıllarda uygulamaya konan 24 Ocak kararlarıyla sermaye merkezileşirken, emekçiler üzerindeki baskılar arttı sömürü derinleşti. Bütün işçi örgütlülükleri dağıtıldı. Bu durum sermaye için dikensiz gül bahçesine işçiler için hapishaneye çevrilen ülkede, sistemli bir şekilde emeğin ucuzlatılmasına, değersizleştirilmesine giden yolu açtı.

Ayakkabı üretiminde küçükleri de yutarak farklı oranlarda büyüyebilen sermaye sahipleri, ilkel birikim dönemini aşarak, biriken sermayelerine uygun üretim aşamalarına geçiş hazırlıklarına başladı. Herkes sermayesi oranında bir yol tuttu, büyüyen sermaye rekabet edemeyecek dükkanlarda küçük üretim yapan bir çok "zanaatkar usta"yı değersizleştirerek üretimin dışına çıkardı.

Küçük,  bağımsız, dağınık ve "daha özgür" çalışılan dükkanlardan, herkesin bir arada, kurallara bağlı çalıştığı, atölyelere ve fabrikalar geçiş dönemi başladı. Sermayesini büyütenler üretimi hızlandıracak makinelere yatırım yaparak üretimi ve karlarının artırdılar. Bu yatırımlar sermaye birikimini hızlandırdı, artan  teknoloji kullanımıyla  belli kentlerde daha büyük fabrikalar ortaya çıktı.
Ancak yinede ayakkabı sektöründe, yapısal olarak dünya ölçeğinde rekabet edebilecek bir üretimi gerçekleştirebilecek sermaye birikimi oluşamadı. 
Daha çok yabancı ülkelerdeki pazarlama üssü durumundaki  firmalara üretim yapan taşeron bir konumu aşamayan bir yapı oluştu. Ayakkabı üretimi sermaye için azami kar elde edebileceği bir alan olma koşullarına sahip olmadığından az sayıda belli başlı büyük firma ayakkabı üretiminden kazandıkları sermayeyi inşaat, enerji, otomotiv vb. daha karlı alanlara yatırdılar.  


Ayakkabı Üretimine makinelerin giderek daha fazla  girmesi nitelikli iş gücüne duyulan ihtiyacı belli oranda azalttı. Diğer yandan kentlere aşırı göç (özellikle Suriyeli mülteciler) nedeniyle yığılan ucuz işgücü de emeğin ucuzlamasında önemli bir neden olarak ortaya çıktı. 
Patronlar biriken sermayeleriyle yeni inşa edilen, üretimin merkezileştiği ve yoğunlaştığı, üretim aşamasında işçilerin daha iyi denetlendiği, giriş çıkışın kurala bağlandığı, çalışma ortamlarının denetim altına alındığı, mekanlara yöneldiler. İstanbul da yurt dışına üretim yapan büyük sermaye Anadolu dan daha hızlı gelişti ve gidilecek yolu gösterdi. Bu yol uluslararası rekabete dayalı bir çalışma sistemiydi  yani" daha ucuz emekle ve daha kaliteli, daha çok ayakkabı üretimi". Bu yeni durum kundura işçilerinin daha ucuza, daha uzun süreler, daha kötü koşullarda çalışması demekti. İstanbul dışında ayakkabı üretilen diğer illerde de onu takip eden benzer bir süreç yaşanmaya başladı. İzmir'de de üretim Sanayi sitelerine (Işıkkent ya da Karabağlar tarafındaki )büyük alanlara taşınarak hem kalite hem de kapasite olarak bir gelişme gösterdi. Sermaye giderek büyüyor, özgür zanaatkar kunduracılar yavaş yavaş kapitalist sömürünün kurallarına uygun biçimde işçileşiyordu. İlk başlarda fabrika çalışma sistemine geçişte birtakım sıkıntılar yaşandı.  

Sabah belli bir saatte işbaşı yapmak yemek ve iş bırakma saatleri ya da mesai saatlerinin, en önemlisi ücretlerin tek taraflı olarak patron tarafından belirlenmesi gibi uygulamalar ciddi hak kayıplarına yol açtı. Başlarda işçiler alışmakta zorluk çektilerse de zaman içinde kurallara uymak zorunda kaldılar. 

Bu durum ayakkabı işçilerinin özgürlüklerini büyük oranda yitirmesine yol açarken diğer yandan işçileşme bilincinin doğması ve yerleşmesine yol açacak bir sürecin yolunu da açtı.Üretime makinelerin girmesi  işçileri rahatlatmak yerine daha fazla sömürülmelerine yol açan bir işlev gördü. 

İşçiler, makinelerin hızına yetişmek için ara vermeksizin çalışmak zorunda kalırken, sürekli aynı hareketleri tekrarlayarak, işe yaramazlık duygusu içine girdiler. Makinenin bir parçası olarak kendini değersiz hisseden işçiler ruhsal çöküntüye yol açan bir duruma  sürüklendiler. İşçiler, artık eskisinden çok daha fazla yoruldukları ve emeklerinin çok daha ucuzladığı bu yeni dönemle baş edebilecek bir donanıma ve örgütlülüğe sahip değildi.

Kölelik zinciri her gün biraz daha sıkıldı , parça başı ücretler düşürüldü, zaten esnek olan çalışma koşulları daha da esnetildi, çalışma süreleri uzadı, modeller zorlaştı, ücretlerin ödenmesi tam bir keyfiliğe dönüştü bir çok atölye ve fabrikada günlük BROSTANCA kalktı haftalıktan aylığa geçildi aylıklarda zamanında ödenmemeye parça parça ödenmeye başladı. 

Uluslararası rekabetin yeni biçimleri olan Atölyeden, Fabrika disiplinine geçişte bir çok alışkanlık değişime uğradı yerine yeni davranış biçimleri oluşmaya başladı..Atölyelerde ve fabrikalarda üretim zamanlarında arkadaş ziyareti,içki içmeyi bırakın zamansız çay içmek ,çoğu yerde sigara içmek,izinsiz dışarı çıkmak bile yasaklanmış durumda.

Ama mescit yapılan fabrikalar, cuma günü çorba dağıtılan, ortak dua edilen, cumaya birlikte gidilen Atölyeler olduğu da yeni durumun açıklayıcı bir başka yüzünü oluşturuyor.
Derin sömürünün dinin yükselişiyle ve şükürcü anlayışla el ele yürüdüğü bir başka gerçeklik.
Ancak düşülen durumu değiştirmeye pek yaradığı söylenemez.

Bu anlayış ayakkabı işçileri arasında çok fazla egemen olmasa da içine düşülen bu kötü durumun bir yansıması bir başka rahatlama alanı olarak görülebilir.Büyük bir kesimin Üretim zamanı dışında Atölye yada fabrikaların yakınında sokaklarda yada boş alanlarda kalabalık gruplar halinde, içki tüketmeye artarak devam ettiği de büyük bir kesimin gerçeğini yansıtmaktadır.

Bir yandan at yarışlarıyla iddia'yla gelecek arayan ayakkabı işçileri, bir yandan içinde bulundukları ekonomik çöküntünün yarattığı tahribatı unutmak o durumdan kaçmak, rahatlamak için içmeye devam ediyor. Bu durum insan psikolojisinin doğrusal kültürel bir sonucu olsa gerek.

Bu ve benzeri durumlar ayakkabı işçilerinin hem bedensel hem ruhsal sağlığını derinden tahrip ediyor olsa da, daha gelişkin başka bir çözümün üretilemediği durumda o tarihsel ve kültürel durumunda etkisiyle çürümeye dönüşen bir kendini tekrar etme durumu devam ediyor. Kendini toplumsal yapıdan dışlanmış, değersizleşmiş olarak algılayan ayakkabı işçileri kuytularda bireysel çürümeyi      ( sınıfsal sosyal intiharı) yalnızlığın karanlığını yaşamayı sürdürüyor. 

Ayakkabı işçisi için ona ışık olacak toplumsal  bir çözümün birlikte üretilemediği koşullarda başka bir çıkış yolu görünmüyor.
Ayakkabı işçilerinin aileleri de bu durumdan çok fazla etkileniyor çoğu ayakkabıcı eşlerinden boşanmak zorunda kalıyor aileler dağılıyor, bir çok ayakkabı işçisi bunalıma girerek  eşlerine çocuklarına şiddet uyguluyor hatta öldürenler bile oluyor. Bu tam bir toplumsal çürümedir.
Kendisine  basınç uygulayan ezen ruhunu tahrip eden sisteme başkaldıramayan, altındakileri eziyor, şiddetini kendi içine döndürüyor. 

Ayakkabı işçilerinin bir çoğunun hem beden hem ruh sağlığı bozulmuş durumda, aynı koşullarda çalışan bir çok işçi için durum farklı değil elbette.
Bir çok arkadaşımız yaşadığı yoğun stres nedeniyle kalp krizi geçirerek  yaşamını yitirdi.

Zorlaşan yaşam koşulları ücret gelirinin düşmesi nedeniyle beslenme kötüleşirken, özellikle kaçak ve ucuz içki kullanımı yaygınlaşarak daha da arttı, buna uyuşturucu kullanımı da eklendi.
Bir çok genç ayakkabı işçisi ne yazık ki içinde bulunduğu koşulları  aşamayıp, bir kaçış olarak uyuşturucuya bulaştı . 

Gün boyu ölçüsüzce, hiç bir koruma  önlemi ve havalandırma düzeneği olmadan kullanılan kimyasallar akciğer kanseri başta olmak üzere nöropatik hastalıkların ortaya çıkma riskini büyük oranda  artırdı.

Tarih boyu süreklilik içeren, güçlü bir örgütlü mücadele geleneği olmayan iş kolunun bu durumu  Kunduracıların bütün toplum kesimlerinden daha fazla tahribata uğramasına yol açtı.

İstanbul'da daha büyük çaplı üretim yapan fabrikalarda sendikalaşma mücadelesi daha yeni yeni başlıyor, DE-SA da Emine ASLAN ın direnişi, Adana BÜYÜK SAAT 'da, İZMİR IŞIKKENT'te ayakkabı işçilerinin  kölelik koşullarına isyanı, TOGO Ayakkabı da başlayan sendikalaşma mücadelesi sonucu atılan işçilerin direnişi, büyük  bir uyanışın ilk kıvılcımlarıdır. 

Sınıf bilincinden yoksun yüz binlerce işçinin çalıştığı tarihsel kökleri oldukça eskilere dayanan bu zanaatin geçirdiği dönüşüm fabrikalaşma süreçleri ve yeni yeni gelişen ayakkabı işçisi  kimliğinin oluşmasının zemin hazırlamaktadır.

2017 Eylül isyanında tarihinin ülkenin her yanında en yaygın ve kitlesel çıkışıyla ülke gündemine oturan kundura işçilerinin bu eylemselliği bundan sonra oluşacak mücadele pratiklerinin ve gelişen işçi sınıfı bilincinin ve örgütlenme gerekliliğinin kavrandığı ve hayata geçirilebildiği oranda diğer sınıf kardeşlerinin yanındaki onurlu yerini  hak ettikleri biçimde alacağına işaret ediyor.
Dünyanın bir çok ülkesine yapılan ihracat, yapılan fuarların hacmi etki alanı, bu alanda oluşan sermaye birikimi ve yatırımlar bu iş kolundaki üretimin karakterini açıklamak için yeterli veri oluşturmaktadır. 

Parça başı üretim ve iş kolundaki esneklik üzerinden bakılarak Ayakkabı işçilerine esnaf diyen onları bu kimlikle örgütlemeye, iş  gücünü sattığı patronla eşit göstermeye çalışan, işçi kimliğini bozulmaya uğratan geri bir söylem ve bilinçle açıklanamaz. 

Ücret biçimi ne olursa olsun -ister haftalık, ister aylık, ister Parça başı-, İster kendi tuttuğu dükkanda, ister evinde, ister atölye yada fabrikada çalışsın bu değişik durumlar onun ücret karşılığı çalışan işçi kimliğini değiştirmez. Koşulları farklı gibi görünse de; 
Ayakkabı üretiminin her hangi bir aşamasında çalışan, bir iş üreten herkes, ortaya çıkan ayakkabıdaki toplam kolektif emeğin kattığı kadar bir parçası olan emeğin sahibi işçidir.

AYAKKABIYA BAKTIĞIMIZDA ONUN İÇİNDE 
HEPİMİZ KENDİ EMEĞİMİZİ GÖRÜRÜZ. 
BU EMEK KOLEKTİF EMEĞİN AYRILMAZ BİR PARÇASIDIR.

ESNAF DEĞİL İŞÇİDİR, 
BU YANILSAMALI BİLİNÇ TERK EDİLMELİDİR.

AYAKKABI İŞÇİLERİ İŞÇİ SINIFININ AYRILMAZ BİR PARÇASIDIR.

13 Nisan 2012 Cuma

AYAKKABI İŞÇİLERİ

 İNSANCA ÇALIŞMAK, İNSANCA YAŞAMAK İÇİN

  1 MAYIS'TA ALANLARA 




9 Nisan 2012 Pazartesi

İSTANBULDA DA AYAKKABI İŞÇİLERİ GÜVENCESİZ

 Adana’da saya işçilerinin ücretlerinin yükseltilmesi ve çalışma saatlerinin düşürülmesi talebi ile yaptıkları ve kazanımla sonuçlanan direnişleri, gözleri ayakkabı sektörüne çevirdi. Ayakkabı sektörünün İstanbul’da yoğun olarak bulunduğu Merter’de de işçilerin sorunları aynı.

30 yıldır ayakkabı işinde çalışan Nedim Akgün, yaşadıkları sıkıntıları gazetemize anlattı. Kötü ve sağlıksız çalışma koşullarından dolayı ayakkabı sektöründe çalışanların uzun yıllar yaşamadığını belirten Akgün, havasız, dar, işçi sağlığına uygun olmayan yerlerde çalıştıklarını dile getirdi. Ayakkabı işçilerinin sağlıksız koşullarda çalıştığını belirten Akgün, “Örnek vermek gerekirse; 5 yıl boyunca arkadaşım sağlık kontrolünden geçmedi hasta olduğunda ise beyninde tümör olduğu ortaya çıktı ancak engellenemedi ve arkadaşımız 1 yıl sonra hayatını kaybetti. Çırağım akciğer kanserinden hayatını kaybetti. Bunun nedeni, Avrupa’da yasaklanmış, Türkiye’de ise kullanılan, içerisinde kanserojen maddeler bulunduran kimyasal malzemelerdir. Birçok arkadaşımız akciğer kanserine yakalanıyor tedavi imkânı olmadığı için ölüyor. Meslek hastalıkları öldürüyor. Havalandırma yok, çalışma saatleri çok uzun, düzenli bir sağlık taraması yok” diye konuştu. Merter’de çalışan işçilerin de sigortasız çalıştığını dile getiren Akgün, işçi olduklarını bile ispatlayamadıklarını kaydetti. Adana’daki işçilerin haklarını aldığını belirten Akgün, “Oradaki işçiler bize örgütlü olunduğu zaman hakların kazanılabildiğini bir kez daha gösterdi.

6 Nisan 2012 Cuma

ÖLÜM HEP BİZE Mİ DÜŞER USTA !..

Son yıllarda "iş kazası" adı altında patronlar önlem almak için 
para harcamak istemediğinden işçiler her yerde öldürülüyor. 

Tuzla tersanesindeki iş cinayetine büyük tepki


Tuzla Ada Tersanesi'nde meydana gelen patlamada 2 işçinin yaşamını kaybetmesine, biri ağır altı işçinin yaralanmasına yol açan patlama Limter İş Sendikası tarafından tersane önünde basın açıklaması yapılarak protesto edildi.
Biri ağır olmak üzere 6 işçinin yaralandığı ve 2 işçinin de hayatını kaybettiği iş cinayetinin gerçekleştiği Ada Tersanesi önünde DİSK’e bağlı Liman Tersane İşçileri Sendikası'nın (Lim-Ter İş) çağrısıyla bugün bir basın açıklaması gerçekleştirildi.
"Kaza, kader değil iş cinayeti"
Tersane önünde toplanan sendika üyeleri “Patronlar öldürüyor, hükümet seyrediyor.Çalışma Bakanı İstifa!” yazılı pankart açtı. “Sorumlular tutuklanıp yargılansın. Adalet istiyoruz” , “ Ölüm hep bize mi düşer usta” yazılı dövizlerinin taşındığı eylemde, işçiler tepkilerini “İnsanca çalışmak insanca yaşamak istiyoruz”, “Kaza kader değil, iş cinayeti” “ İşçilerin birliği patronları yenecek” sloganlarıyla gösterdi.
Basın açıklamasını, dün tersane önünde kazaya tepki gösterdiği için tersane yetkilileri tarafından saldırıya uğrayan Limter İş Başkanı Kamber Saygılı okudu. Saygılı, iki gün önce AKP hükümeti tarafından dünyanın üçüncü büyüyen ekonomisi olduğu söylenen Türkiye’nin, bu “başarının” kaynağının işçilerin alınteri, kanı ve canı olduğunu söyledi. Üç ay içinde kayıtlı olarak Adana Kozan’da 10 işçinin, İstanbul Esenyurt’ta 11 işçinin, Eskişehir’de 5 maden işçisinin, dün Erzurum’da 5 işçinin göz göre göre ölüme ısmarlandığı ve dün 2 işçinin mezarı olan tersaneler de cinayetlerin “kaza” adıyla sürdüğünü hatırlatan Saygılı, patronların karlarına kar kattığını belirtti.

TÜRKİYE İŞÇİ SINIFINA SELÂM

Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç
   yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza.
Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
                                                   Nazım Hikmet

5 Nisan 2012 Perşembe

SABAHIN BİR SAHİBİ VAR !...





GENÇ KUNDURACI İŞÇİLERİ ARTIK YETER DEDİ !...



MÜCADELE ÖĞRETİYOR !...

 Bayram Yaşik henüz on dokuz yaşında genç bir işçi. Liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gidemediğini söyleyen Bayram, “Evin tek çalışanı benim. Tek para getireni benim. Kirada oturuyoruz. Haftalığımın yarısı yemek ve yola gidiyor. Yarısını eve verebiliyorum ama eve yetmiyor. Borç alıyoruz mecburen. Hala borç ödüyorum.” şeklinde konuştu. Sadece Pazar günleri çalışmadığını aktaran Bayram, boş gününde de gezdiğini anlatıyor. Grevin ilerisi için ciddi bir adım olduğunu da belirten Bayram şöyle konuştu: “Ellerinde sözleşmeli iş var. Şimdi zam yapmak zorunda kalabilirler ama bizim için işler bitiminden sonraki zaman önemli. O zaman koz patronların eline geçecek, buna karşı birlik olmalıyız.” Ali Avcı her gün 13 saat çalıştığını ve harcadığı emeğin boşa gittiğini söylüyor. İş sahibinin akşamüzeri evine gittiğini söyleyen Ali, işçiler olarak haklarını istediklerini aktardı. Haftalık 150 TL aldığını aktaran Ali, kazandığının hiçbir şekilde yetmediğini kaydetti. Daha önceleri iş sahibi ile konuştuklarını ancak paralarını alamadıklarını ifade eden Ali, “Grev kararı aldık ve sonuna kadar devam edeceğiz.” diye konuştu.

"FUARLAR SADECE TELEVİZYONDA GÜZEL

" İbrahim Demir ise kimyasaldan zehirlenip, felç geçiren işçilerin olduğunu belirtti. Diktikleri ayakkabı fiyatlarının mecbur artması gerektiğini aktaran İbrahim, yılın yarısına yakınında çalıştırılmadıklarını hatırlatıyor. Patronların ayakkabıları fuara götürdüklerini söyleyen İbrahim, “İnsanlar televizyonlarda ayakkabı fuarlarını güzelce izliyorlar ama işin arka tarafında neler oluyor, ne sıkıntılar yaşıyoruz kimse bilmiyor.” diye konuştu. Patronlara ait atölyelerde daha az ücrete çalıştırıldıklarını belirten İbrahim, bu yüzden kendilerinin atölye tutmak zorunda kaldıklarının altını çiziyor. Mehmet Müşayil, makası tutmaktan parmaklarının şiştiğini söyledi. Kullanılan kimyasal maddelerden ve yapıştırıcılardan dolayı yangınların çıktığını aktaran Mehmet, aldığı 150 TL haftalığın yetmediğini aktarıyor.

GREVİ SEVİNÇ İLE KARŞILADIM

Yirmi yaşındaki işçi Şakir Yiğit ailesinin 90’lı yıllarda Şırnak’tan, Adana’ya göç ettiğini ve kendisinin de çocukluğundan bu yana çalıştığını ifade etti. Gece 11.30’a kadar çalıştığını aktaran Şakir, sekiz kişilik ailesinde iki kişinin çalıştığını ve kardeşlerini okuttuklarını belirtiyor. Aldığı paranın faturalara zor yettiğini vurgulayan Şakir, “Pazartesi günü geldiği zaman elimizde bir şey kalmamış oluyor.” sözlerini kullandı. İşlerin azaldığı vakit eksik para aldıklarını söyleyen Şakir, grevi sevinç ile karşıladığını belirtti. Ali Bayram, elini makineye kaptırdığını söyleyerek yaşadığı iş kazasını anlatıyor. Sigortası olmadığını belirten Ali, hastaneye kendi parasıyla tedavi olmaya gittiğini ve patronun hastane masraflarını karşılamadığının altını çiziyor. “Hastanede elimin nasıl kesildiğini sordular. Sigortam olmadığı için söyleyemedim ve teneke ile kestim dedim” şeklinde konuşan Ali, kimyasal madde ile yanıp intihara kalkışan işçilerin olduğunu ifade etti.

 ÇOCUĞUM BENİ TANIMIYOR

 Hakan Çelebi greve öncülük eden genç işçilerden olduğunu söylüyor. Çalışma koşullarının canlarına tak ettiğini söyleyen Hakan, tüm işçilerin böyle bir eylem beklediğini ifade ederek kendilerinin de bu yönde adım attıklarını ve tüm arkadaşlarından destek aldıklarının altını çiziyor. Sabah 07.00’de iş başı yaptığını ve gece yarısına kadar çalıştığını hatırlatan Hakan, “İki yaşında bir çocuğum var. Beni doğru düzgün göremediği için tanımıyor. Evde olduğum zamanlar annesine soruyor bu kim diye. Böyle şartlarda çalışıyoruz. O yüzden hakkımızı almadan vazgeçmek yok. Her türlü bedeli ödemeyi göze aldık” şeklinde konuştu.

HASTALIĞIMIN HESABINI KİM VERECEK?

Çalıştıkları atölye ve işyerlerini görmek ve fotoğraflarını çekmek için çalıştıkları binalardaki atölyeleri geziyoruz genç işçilerle. O sırada rutubetli, karanlık ve kimyasal madde kokusunun ciddi şekilde hissedildiği bir atölyede Gökhan Erçin’i uyurken buluyoruz. Atölyeleri gezenleri gördükten sonra uyanan Gökhan, gece 01.00’e kadar çalıştığını ve eve gidecek otobüs olmadığı için atölyede uyumak zorunda kaldığını söyleyerek içeri davet ediyor bizi. Yirmi iki yaşında olduğunu aktaran Gökhan, on üç yıldır bu sektörde çalıştığının altını çiziyor. Kimyasal maddelerden dolayı ciğerlerinin iflas ettiğini söyleyen Gökhan, “Astım hastalığına da yakalandım. Hastaneye gittim sigortam yok diye doktorlar bakmadı” sözlerini kullandı. Çalıştığı atölyenin sağlıksız olduğunu etrafı göstererek anlatan Gökhan, Cumhurbaşkanına dahi dilekçe yazdığını ancak hiçbir cevap alamadığını ifade ediyor. Haftalığının 200 TL olmasına rağmen haftada 75 ile 100 TL arası para alabildiğine dikkat çeken Gökhan, yemek ve yol parasının da kendisinden çıktığını ve elinde bir şey kalmadığını belirtti. Çekiç sesinden dolayı kulak zarının da zarar gördüğünü kaydeden Gökhan, “Normal bir insanın yarısı kadar duyabiliyorum. Yeşil kart bile vermediler” dedi. Kimyasal maddeye çıplak elleri ile temas ettiklerini söyleyen Gökhan, sektörde devlet denetiminin, iş sağlığının ve temizliğin olmadığının altını çizdi. Gökhan’ın atölye arkadaşı Emre Altın da çocukluğundan bu yana çalıştığını söyleyerek başlıyor sözlerine. Kimyasal maddeyi içine çekmekten ve bakımsızlıktan dolayı eridiğini ifade eden Emre, kendileri için hayatın zor olduğunun altını çiziyor. Ayakkabı yaptıkları atölyenin kirasını, elektrik faturasını kendilerinin ödediğini belirten Emre, havaların çok soğuk olduğu zamanlarda dahi fatura çok gelir diye sobayı yakmadıklarına dikkat çekiyor. Tek odalık küçük atölyede sekiz kişi çalıştıklarını söyleyen Emre, diktikleri ayakkabıların büyük firmalar başta olmak üzere Türkiye’nin her yerine yollandığını anlatıyor.

 TÜM KARDEŞLER GREVDEYİZ"

Yedi yaşındaki Nizamettin Özay ile eylem sırasında tanışıyoruz. Tanışmamızın ardından çalıştığı atölyeye gidiyoruz Nizamettin ile birlikte. Duvarlarında Deniz Gezmiş’in, Erdal Eren’in posterlerinin olduğu bir atölye burası. Deniz’lere saygı duyduğunu ve sevdiğini söylüyor Nizamettin. Kendisi ile birlikte 5 kardeşinin de ayakkabı işçisi olduğunu ve birlikte çalıştıklarını belirten Nizamettin, ilkokuldan sonra çeşitli problemlerden dolayı okul okumayı bıraktığını anlatıyor. Çalıştıkları atölyenin bulunduğu sitenin hasarlı olduğunu aktaran Nizamettin, beş kardeşinin de iş bıraktığını ve sorunlarının ortak olduğunu aktarıyor. Babalarının da kendilerine destek vermek için eylem alanına geldiğini söyleyen Nizamettin, “Ayakkabıları ucuza dikiyoruz. İşveren sürekli ayakkabı modellerini zorlaştırıyor ama fiyat artmıyor” şeklinde konuşuyor. Kalabalık bir ailesinin olduğunu söyleyen Nizamettin, abisinin de evlendiğini ve ayrı eve çıktığını bu yüzden de iki kira ödemeye başladıklarını anlatıyor. Masraf olmasın diye dışarıdan yemek yemediklerini anlatan Nizamettin, evden yemek getirdiklerini söylüyor. İş hayatı haricinde bir yaşamının olmadığını aktaran Nizamettin, zaman geçiremediği için çok arkadaş edinmediğini de sözlerine ekliyor.

 Faruk Ayyıldız /EVRENSEL
EMEĞİNİZE  GELECEĞİNİZE SAHİP ÇIKMAK İÇİN!..
                                          AYAKKABI İŞÇİLERİ 1 MAYISTA ALANLARA !...
1 MAYISIN KÖKENİ
 1880'li yıllar, ağırlıklı olarak kol emeğinin kullanıldığı ve çalışma şartlarının çok kötü olduğu yıllardı. Küçük çocukların karın tokluğuna çalıştırılması ve 14-15 saate kadar varan iş günleri söz konusuydu. Şirketler eşi görülmemiş bir hızla büyürken, işçiler, işyeri güvenliği, sağlık koşulları, örgütlenme ve grev gibi en temel haklarını dahi tanımayan bir siyasi ve hukuki sistem ile karşı karşıyaydılar. 1881 yılında yarım milyon işçiyi temsilen kurulan Örgütlü Meslek ve Emek Birlikleri Federasyonu "8 saatlik iş günü" mücadelesini ülke geneline yaymak ve işçilerin kararlılıklarını göstermek amacıyla mücadeleyi yükseltti. ABD'nin şikago kentinde 40 bin tekstil işçisinin gerçekleştirdiği eylem kanla bastırıldı. Aynı kentte, bir fabrikada 8 saatlik işgünü için greve çıkan 1400 işçi işten atıldı. Aynı tarihlerde greve çıkanlara ateş açıldı ve 4 işçi yaşamını yitirdi. Saldırılar, mücadele ateşini söndürmedi, aksine körükledi. ABD ve Kanada'da sendikalar ve diğer örgütlerin yükselttiği mücadele sonucu 1 Mayıs 1886'da yaklaşık 350 bin işçi greve çıktı. Tarih işçi sınıfının böylesine örgütlü ve kararlı tepkisine ilk kez tanık oluyordu. Tüm ülkede yaşam durdu. İşçiler üretimden gelen güçlerini kullanıyordu. İşçilerin bu topyekün isyanı, işverenlerin tepkisini çekti. Chicago'da greve çıkan 40 bin işçinin eylemini bastırmak için, saldırılar düzenlendi. ışverenler grev kırmak için sokak çeteleriyle anlaştı. Sokak çeteleri bir taraftan işçilere saldırıyor, bir taraftan da grev kırıcılığı yapıyordu. Grevci işçilerle sokak çeteleri arasında çıkan kavga sırasında, polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 4 işçi yaşamını yitirdi. Hükümet ve işverenler, işçi eylemini kolay kolay içlerine sindiremiyordu. 1 Mayıs sonrası işten atmalar, baskılar yoğunlaştı. Olaylara neden oldukları gerekçesiyle 8 işçi hakkında idam istemiyle dava açıldı. İşçiler idam cezasına çarptırıldı. Dört yiğit işçi önderi Albert PERSONS, Adolph FISCHER, George ENGEL ve August SPIES, 1 Mayıs 1886 yılında 8 saatlik iş günü mücadelesinde önderlik yaptıkları için idam edildi. Albert PERSONS isimli işçi, özür dileme şartıyla affedileceğinin söylenmesi üzerine, mahkeme heyetinin karşısında tarihe geçecek sözlerini söyledi: "Bütün dünya biliyor suçsuz olduğumu. Eğer asılırsam cani olduğumdan değil, emekçi olduğumdan asılacağım." İşçi önderlerinin cenaze törenine yüz binlerce insan katıldı. ABD'de yaşanan bu olaylar uluslararası işçi örgütlerini harekete geçirdi. II. Enternasyonal 1889'da Paris'te düzenlediği kongrede, Amerikan işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenledi. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ı da, "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kabul etti.
O günden bu yana devrimciler sosyalistler bilinçli örgütlü işçiler Dünyanın her yanında bu Enternasyonal günü    1 mayısı tarihsel anlamına uygun biçimde kutlamaya bedeller ödemeye devam ediyor.
2012 1 mayısında da tüm sınıf güçler Kapitalist düzene öfkesini tek bir noktada yoğunlaştırarak
bütün gücüyle vurmalıdır.Kuşatma çok geniş ve güçlü ,bu yüzden sınıf devrimcileri  tüm bilinçli işçiler mücadele bayrağını sınıfa yakışır biçimde yükseltmeli doğru hedefleri öne çıkarmalıdır.
İNSANCA ÇALIŞMAK, İNSANCA YAŞAMAK İÇİN...
ATÖLYELERDE ÖRGÜTLEN ,DAYANIŞMAYI YÜKSELT...
KURTULUŞ BİRLİKTE MÜCADELEDE...