25 Temmuz 2013 Perşembe

GEZİ İSYANI YAZILARI - 7

İran Komünist Partisi (MLM): 
Ilımlı İslam modeli büyük darbe yedi!
15.06.2013 - 16:43 Dünya
İran Komünist Partisi (Marksist Leninist Maoist) sözcüsü ile Taksim Gezi Parkı direnişi üzerine konuştuk... (KB)
- Son günlerde Türkiye’de yaşanılan halk direnişi hakkında düşüncelerinizi belirtebilir misiniz?
İran Komünist Partisi (Marksist Leninist Maoist) sözcüsü: Çelişkilerin yoğunlaşması nedeniyle, tamamen yeni bir durumla karşı karşıyayız. Bir an önce analiz etmemiz gereken durumlarla karşı karşıyayız. Politikamızın şu olması gerekiyor; halka devrimin doğru anlamını anlatmak için, gerçek değişimin ne olduğunu vurgulamak ve halkı bu yönde bilinçlendirmek için fırtınanın içine girmeliyiz. Devrimci komünistler için bu durum büyük fırsatlar sunmaktadır. Bu fırsatları değerlendirebilmek için kimi sorunlarla karşı karşıyayız. Tamamen doğru komünist bir çizgimiz olsa bile çatışmanın içine girdiğimizde ve çelişkilerle karşılaştığımızda, eski yöntemlere takılıp kalındığı oluyor. Radikallik adına maceracı kimi eğilimler ortaya çıkabiliyor. Durum devrimciler için çok iyidir fakat, komünist bir ufuk, örgütlü bir program ve bu programı kitlelere güçlü propagandayla taşımamız gerekiyor. Sadece bu şekilde bulunduğumuz koşulları, süreci gerçek bir devrime doğru hızla yönlendirebiliriz. Ama sormamız gereken en önemli soru şu an için komünist program ve ufkun ne olduğudur.
(Bu noktaya daha sonra dönelim. Bu sorunun cevabını bulamadan, Ortadoğu'daki ülkelerin ve genel olarak tüm dünya ülkelerin de devrimin başarıya ulaşmasının sırrını bulamayız.)
Bu yeni durum hangi çelişkiler içerisinden ortaya çıkıyor? Genel bir çerçevede bu kalkışma diğer Ortadoğu ülkelerindeki kalkışma gibi kapitalist sistemin temel çelişkisinin sonucudur. (Bize göre temel çelişki; üretim araçlarına sahip sınıfın nicel olarak daralması, sermayenin tekelleşmesi, işçi sınıfının sayıca artarak, toplumun genelinin üretim sürecinin içerisinde olması) özel olarak da kapitalizm Ortadoğu’da kendi siyasi ve toplumsal iktidarını sağlamlaştırmak ve global kapitalizme buralarda uygulayabilmek için kendini ekonomik ve siyasal sistemlerini yenilemesi gerekiyor. Kemalizm yerine AKP düşüncesinin getirilmesi de bu politika içindedir.
Amerika Ortadoğu’da böylesi bir değişimi Türkiye üzerinden yapmaya çalışıyor. Bu temelde Türkiye Cumhuriyeti’nin meşrulaşması için AKP, Amerika’nın en önemli kozudur. Bu model büyük darbeler yedi. Ama bu işinin tamamen bittiği anlamına gelmez. Düşman duruma göre analiz etme ve program çizme çabasındadır ve hala kendini düzeltme imkanlarına sahiptir. Belki sistemi korumak için padişahı atabilirler. Bize göre hareket güzel bir harekettir ve devrim için büyük fırsatlar sunmaktadır. Ama hiçbir zaman devrimin kendisi değildir. Fakat bu süreci devrimci bir ortama yöneltebiliriz. Ve kendimizi, komünist güçleri bu ortam içerisinde bilinçlendirip devrime hazırlayabiliriz. Hareket içinde bunu önleyecek bazı unsurlar bulunmaktadır. Burjuva partileri “biz doğru düzgün demokrasi ve kalkınma istiyoruz ama AKP bunu uygulamıyor” diyor. Onların demokrasiden kastettikleri laiklik ve islamiyetin uzlaşmasıdır. Böyle bir şey mümkün değildir. Mesela Gezi Parkı'nda kandil simidi dağıtılmış, namaz kılınmış. Bunlar hareket için iyi bir durum değil. Kendine komünist diyen kimi gruplar tamamen ideolojik bir simge olan bayrağı neden sahiplenir? Bayrak sadece duygusal bir içerik, bir metrelik bir bez değil, tam tersine ideolojik, ekonomik ve toplumsal bir düzen ve devletin simgesidir. İster Kemalist ister İslamcı olsun bu tanımlama değişmez. Bizce Türkiye Cumhuriyeti’nin islami yönünün gerici, karanlık, baskıcı karakteri teşhir edilmelidir. Hem islamcılığı, hem kemalizmin aynı temele dayandığını göstermeliyiz.
- ABD’nin yönlendirmesiyle AKP Ortadoğu’ya ılımlı islam modeli olarak sunuluyor. Bu modelin çöktüğünü görüyoruz. Bu açıdan gözlem ve bakışınız nedir?
İKP (MLM) sözcüsü: Bizce Ortadoğu’da ağır darbeler aldı. Fakat Türkiye’de hala yemesi gereken darbeyi yemedi. Hareket Gezi Parkı talepleri üzerinden kazanımla çıkabilirse o zaman güçlü darbeler yiyecektir. İslamcılığın karşısına gerçek bir laikliği koyabilmek, neoliberal kapitalizmin projelerini durdurmak, meydanları kazanmak, askeri bir düzen ve polis devleti olan sisteme karşı bir başarıdır. Bunun yanı sıra Ortadoğu’da ve Suriye’de Türkiye Devleti tarafından yapılan maceracılığın, Kürt halkı üzerindeki baskıların durdurulması hem büyük bir birlik yaratabilir, hem modelin çökmesine yardımcı olabilir. Bu modelin çöküşü çok önemlidir. Çünkü AKP modeli, Amerikan emperyalizminin şarjöründeki tek fişektir. Ama devrimci komünistler çalışma yürütmeden ve insanların düşüncesi ve ufkunu değiştirmeden bu mümkün olamaz, (en azından meydanlarda bulunan insanların düşüncesi) devrimciler ortaya çıkan talepler etrafında güçlü bir mücadele örmek zorundadır. CHP gibi partiler hareketi kendi çıkarları için yönlendirmeye çalışıyor. Burjuvazinin kimi kesimleri AKP’yi indirmek istiyor. Mesela bunu CHP ve eski Türkiye burjuvazisinin tutumlarından görebiliriz. Bunlar AKP kapitalistleriyle çatışıyorlar. Bizce bu emperyalizm ve islamcılık arasındaki çelişkinin yansımasıdır. Bazıları bu çelişkinin Türkiye’de bulunmadığını iddia ediyorlardı. Fakat böyle olmadığı görüldü. Bu somut bir çelişkidir. Şimdi Amerikan emperyalizminin düşünce odalarında, kendilerinin savunduğu Türkiye modeli tekrar gözden geçiriliyor. Türkiye içerisinde de emperyalizm ve islamcılık arasındaki çelişki işliyor. İslamcılar Ortadoğu’da sömüren sınıfın bir bölümünün yeni adaylarıdır. Fakat yoksul kitleler içinde de taraftarları vardır. İktidar dışında olan burjuvazinin kimi kesimleri yoksul kitleleri kullanarak, Ortadoğu içinde yeni güç odağı yaratmaya çalışıyorlar. Yoksul halkları din ile aldatan politika, emperyalistlerin ve onların uşakları (örneğin; AKP yeni burjuva, CHP eski burjuvadır) arasında bir çelişki yaratmaktadır. Dünya solunun büyük bir çoğunluğu hala islamcılığı, anti-emperyalist görüntüsünden kaynaklı ilerici görüyor. Türkiye solu içerisinde ise Humeyni ve Ahmedinejat gibilerinin anti-emperyalist olmadıkları teşhir edilmemiştir.
Hala Türkiye’nin politika sahnesinin oluşumunda bu çelişki rol oynamaktadır. Ve AKP modeli bu çelişkiye yumuşatamamıştır. Ilımlı İslam modeliyle hayata geçirmeye çalışıyorlardı fakat yapamadılar. Şimdi emperyalizm ve islamcılık arasında ki çelişki temel çelişki değil ama bir yansımasıdır. Bu nedenle bizim için “ne islamcılık, ne emperyalizm” görüşü çok önemlidir. İran içinde bu politika şöyle yürütülmektedir: İran İslam Cumhuriyeti’ni devrimci bir eylemle yıkmak ve her türlü emperyalist müdahaleye karşı durmak.
Türkiye içerisinde de bu çelişkiye karşı doğru devrimci bir bakışa sahip olmak gerekiyor. Toplum içinde saflar netleşmeden devrim gerçekleşemez. Alt sınıfın büyük bir çoğunluğu yanlış bir tarafta duruyorsa devrim yapamayız. Biz bu çelişkinin insanların ufkunda belirmesine izin vermemeliyiz. Mesela; “kadınlar bedenim benimdir” sloganıyla sınırlı kalmamalılar. Zira bu sloganın ufku küçük burjuva bakışı aşamamaktadır. Kapitalist-ataerkil sistemin tuzağına düşebilir. Veya Kürt halkı Öcalan’ın üçüncü yol politikasından çıkması gerekmektedir. Ortaya konulan politika zorunlu olarak sistem içerisinde devam etmeyi gerektirir. Sadece bu sistemin yıkılmasıyla farklı bir alternatif ortaya koyabiliriz. Yeni bir sistem inşa edebiliriz.


- Sizce bu süreçte Türkiye'deki ilerici-sol güçlere düşen görevler nelerdir?
Öncelikli olarak Türkiye'deki sol-devrimci güçlerin bu sürece önderliği önemlidir. Ancak bizce sol güçlerin ideolojik-teorik bulanıklığı aşmaları gerekmektedir. Komünizm nedir ve nasıl inşa edilebilir? 150 yıllık komünistlerin önderliğiyle yürütülen sınıf savaşı Paris Komünü'nden başlayan 1917 Bolşevik Devrimi, 1949 Çin Devrimi, 1966’dan 1976’dan Proleter Kültür Devrimi'ne kadar süren savaş içinde bu soru her zaman daha bilimsel sonuçlara ulaşmıştır. Bizim partimiz MLM’yi böyle algılıyor. Yani komünist teoriyi sınıfsal savaş içerisinde tek bir çizgide devam eden ve her zaman daha zengin daha mükemmelleşerek devam etmiştir ve günümüzde bunun ilerlemesi ve bunun bilimsel noktalara varması gerektiğini düşünüyoruz. Bu gereksinimin baskısı altında MLM çizgisi ikiye ayrılmıştır ve Maoist hareket bu mesele üzerinden ayrışmış durumdadır. Bunu daha sonra detaylandırabiliriz. Şimdi bu zemindeki tarihi deneyimlere bir göz atalım. 1914’te Lenin yeni bir fenomen olan emperyal-kapitalizmi analiz etmiştir. Lenin şu soruya yanıt bulmaya çalışmıştır: “Komünist hareketin çoğunluğu kendi burjuvazisiyle işbirliği yaparak neden sosyal-demokrasiye yönelmiştir?” Lenin şu sonuca ulaştı. İşçi hareketi içinde de bir ayrışma yaşanıyor. İşçi hareketi ile komünist hareket aynı şey değildir. Lenin’in “Ne yapmalı” eserinde kapitalist sistemin değişimlerini ve bunların sınıfsal saflar üzerindeki etkisi daha derin noktalara varmıştır. Mao, 1954’te SSCB’deki kapitalizmin yeniden inşası meselesi üzerinde sosyalizmi daha derin açıklamak, özellikleri üzerinde durmak ve analiz etmek gerektiğini düşünmüştür. Bunu yaparak dünya komünist kafa karışıklığından kurtarmaya çalışmıştır ve komünizm ufkunu genişletmiştir. Bugün bizde aynı görevle yükümlüyüz. Bizler de sosyalist devrimlerin deneyimlerini değerlendirerek komünizm teorisini daha ileriye taşımakla yükümlüyüz. Bunu yapmazsak sınıfsal çatışmanın ufkunu aydınlatamayız ve bu aydınlık olmadan her zaman bu savaşın karışık yollarında kaybolur gideriz. Komünizmin itibarını geri getiremeyiz. Onu kapitalizmin acımasız çengellerinden kurtarmak için tek yol olduğunu kabul ettiremeyiz. İşçilerin ve emekçilerin yol göstericisi yapamayız. Bizler eski deneyimleri sentez ederek proletarya diktatörlüğünün artılarını ve eksilerini analiz ederek bu düşünüşü yeniden ayağa kaldırmalıyız. Mücadele veren kitleler, AKP rejimi, Türkiye Cumhuriyeti ve tüm batılı demokrasiler tamamen bir burjuva diktatörlüğüdür. İnşa etmek istediğimiz sosyalist devlet de bir sınıfsal diktatörlük olacaktır. Fakat özü ve mahiyeti tamamen farklıdır. Proletarya diktatörlüğü sömürünün, toplumsal ve sınıfsal baskının, sınırların ve sonunda devletin ortadan kalkması için savaş verecektir. Tüm toplumsal ekonomik ve siyasi programlar bu hedefle belirlenmektedir. Bu yüzden tamamen bir halk demokrasisi olacaktır. Çin ve SSCB’de inşa ettiğimiz proletarya diktatörlüğü muazzam bir deneyimdi; fakat büyük eksikleri de bulunmaktaydı. Bu eksikleri tanımlamamız gerekiyor. Gelecekte kurulacak olan sosyalist devlet için bu negatif ve pozitif noktaları sentez etmemiz gerekir. Biz kendi partimizde genel olarak bu çabayı “komünist teorilerin yeni sentezi” olarak tanımlıyoruz. Bunu da Amerikan Devrimci Komünist Partisinin önderi olan Bob Avakiyan’ın öğretilerinden yararlanıyoruz.

23 Temmuz 2013 Salı

GEZİ İSYANI YAZILARI - 6

Gezi Parkı Direnişi’nden, ayaklanmaya - Volkan Yaraşır

İstanbul ayaklanması 2013


“Evet isyan”, “devrim sanki göz kırptı”
31 Mayıs 2013’te İstanbul’da başlayan ayaklanma; kapsamı, içeriği, taşıdığı potansiyel, bugüne kadar yarattığı birikimler ve olağanüstü deneyimleriyle tarihsel bir kırılmayı işaretliyor.
90 yıllık T.C. tarihinde yeni bir tarihsel momente geçişi simgeliyor.
Gezi Parkı Direnişi’nin hızla bir ayaklanmaya dönüşmesi başta Ankara, Adana, İzmir ve Dersim olmak üzere 79 ilde etkisini şiddetle göstermesi, T.C.nin aldığı her önlemin kitleler tarafından boşa çıkarılması ve milyonların zorbalığa, zulme ve şiddete karşı çıplak vücutlarıyla, ellerindeki taşlarla militan direnişi geleceğin fethine yönelik muazzam bir deneyim oldu.
Kitle hareketi bir geri çekilme momentine girse de, ayaklanma hali devam ediyor. Bugüne kadar ayaklanma bir dizi iç evrim geçirdi. Kendi içinde salınımlar gösterdi. Kitlelerin yaratıcı zenginliği ve kitle mücadelesinin muhteşem gücü, ayaklanmayı besledi, çok boyutluluğunu ve çok yönlülüğünü ortaya çıkardı. Radikal ve militan ruhunu güçlendirdi.
İstanbul Ayaklanması, isyan ve ayaklanma tarihinde son derece istisnai yerini aldı. Tarihi bugüne çağırdı. Tarihe muhteşem izler ve durumlar bıraktı. İsyanın enternasyonalliğine güç verdi. Ayaklanma ve direniş sadece Anadolu topraklarında değil, küresel düzeyde insanlığı kuşattı ve ruhunu besledi.

Volkan patlaması
İstanbul Ayaklanması her büyük “toplumsal olay” (isyan ve devrimlerde olduğu gibi), uzun, sessiz ve derin bir birikimin inanılmaz bir şiddetle kendini dışavurmasıyla gerçekleşti.
Bu birikimi patlatacak “şey” Gezi Parkı Direnişi’yle açığa çıktı. Direniş, halk ayaklanmasının fitilini ateşledi. Diyalektik kendi kuralını herkesin gözü önünde ama herkesi şaşkına uğratacak bir biçimde işletti. İstanbul Ayaklanması sınıflar mücadelesinin özünde bir biriktirme süreci olduğunu, tarihle randevunun ancak bu biriktirmenin başarılmasıyla gerçekleştiğini gösterdi.
Gezi Parkı Direnişi, tam suyun kaynadığı, su moleküllerinin eşiği geçtiği, aştığı nokta (100. derece) olarak dikkat çekti ve iz bıraktı.
Tıpkı Rusya’da 1905 devrimini tetikleyen işçilerin Kışlık Saraya yürüyüşü gibi, Buazizi’nin Tunus’ta kendini yakmasıyla Arap İsyanlarının Kuzey Afrika’yı sarması ve Rosa Parks’ın bindiği otobüste beyazlara ayrılan yerde ısrarla oturması ve bunun üzerine tutuklanmasıyla, ABD’de ırk ayrımcılığına karşı siyahi hareketin dalgasal yükselişi gibi...
Gezi Parkı Direnişi “tarihsel bir olayın” başlangıcı oldu. Direniş büyük bir birikimi ve öfkeyi harekete geçirip, patlatarak, ayaklanmaya dönüştü.
Ayaklanmanın iç dinamikleri ve bileşenleri tam bir halk ayaklanması içeriğinde biçimlendi. Ayaklanma heterojen, çok katmanlı ve çok sınıflı bir gelişme dinamiği gösterdi. Gençlik ayaklanmanın katalizörü olarak işlev gördü. ‘Orta sınıf’ gibi melez tanımlamalar yapılsa da, ayaklanmaya emekçi yığınların yoğun bir katılımı görüldü.
Gençlik ve ‘orta sınıf’ vurgularıyla ayaklanma, özellikle sol-sağ liberaller tarafından içeriği boşaltılıp, apolitize edilerek, stilize edilmiş bir gösteriye dönüştürülmek istendi.
Bu yaklaşım ayaklanmanın içeriğini boşaltma, taşıdığı devrimci potansiyeli eritme ve göstermeme gayretiydi. Ayrıca düzen ve devletin işlevsizleştiği ve “yok olduğu koşullarda” düzen ve devlete vurgu yaparak, siyasal iktidarın acil olarak ihtiyaç duyduğu meşruiyet kaybını engellemeyi ve meşruiyeti tahkim etmeyi amaçlayan, karşı devrimci argümantasyonlar olarak tarihe geçti.
Karşı devrim sol liberalleri yeni “organik aydınları” olarak sonuna kadar kullandı (bu kesimler de her an kullanılmaya hazır olduğunu bir kez daha büyük bir görevşinaslıkla gösterdi). Ve en az devletin açık şiddeti kadar, tehlikeli işlev gördükleri açığa çıktı.

İstanbul ayaklanması tesadüfi ve istisnai gelişme değildir
İstanbul Ayaklanması üzerine çeşitli yorumlar yapıldı. Bu yorumlar ağırlıkla ajitatif ve aktüel vurgularla sınırlı kaldı.
İstanbul Ayaklanması, Türkiye’nin son 33 yılın birikimi ve 2008 sonrası kapitalizmin yapısal krizinin ortaya çıkardığı yüksek konjonktürün ürünü olarak doğdu.
Bu tanımlamayı açmak gerekirse; dünya, kökleri 1970’lerin başına dayanan, yapısal krizin, 2008’de kendini depresyon şeklinde dışa vurmasıyla, olağanüstü bir dönemin içine girdi.
Kapitalizmin tarihinde yaşanan diğer yapısal krizlere kısaca baktığımızda, içine girdiğimiz tarihsel momentum daha iyi kavranabilir.
Kapitalist sistemin birinci yapısal krizi olarak tanımlayabileceğimiz 1873-1896 krizi, en başta kapitalist transformasyonda bir değişikliği işaretledi. Bu süreç kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden, tekelci kapitalizm ya da emperyalizmin çağına geçişi simgeledi. Yine bu süreç emperyalist öznelerin hegemonya savaşlarına/krizine sahne oldu. Doğal sonucu olarak birinci paylaşım savaşı gerçekleşti. Aynı konjoktür, Ekim Devrimi’nin önünü açtı. Ve birinci sol dalga diye de tanımlayabileceğimiz devrim dalgasının başta Almanya, İtalya, Avusturya ve Macaristan’ı sarması izledi. 1918-1923 devrim yılları olarak tarihe geçti. Çeşitli ülkelerde işçi konseyleri ve komün deneyimleri yaşandı. Ne yazık ki bu büyük devrimci dalga işçi sınıfının yenilgisiyle kırıldı. Devrim dalgası geri çekildi .
1929-1939 krizi kapitalizmin tarihindeki ikinci yapısal kriz oldu.
1920’de İtalya’da Mussolini’nin, 1932’de Almanya’da Hitler’in iktidara gelişi yeni bir dönemi simgeledi. İşçi mücadelesinin geliştiği bu iki ülkede bir karşı devrim olan faşizm iktidara geldi. Avrupa’da faşist darbeler gerçekleşti. Japonya’da benzer gelişmeler yaşandı. Ardından dünyanın emperyalist özneler tarafından yeniden paylaşılması gündeme geldi. İkinci paylaşım savaşı başladı. Dünya kan gölüne dönüştü. Milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Potsdam, Yalta ve Tahran anlaşmalarıyla dünya paylaşıldı. Doğu Avrupa SSCB’nin ekonomik ve nüfuz alanında kaldı. Savaştan kısa bir süre sonra, iki kutuplu dünyayı simgeleyen konjonktürün önü açıldı. 1945-1990 arasına damgasını vuracak uzun Soğuk Savaş dönemi başladı. Kısaca her yapısal kriz savaşlara, devrimlere ya da karşı devrimlere ve emperyalist özneler arası çatışkılara, hegemonya savaşlarına sahne oldu. İçine girdiğimiz süreçte, kökleri 1970’lerin başına dayanan kapitalizmin yapısal krizi ya da büyük bunalım dönemidir. Bu süreç, neo-liberal karşı devrim stratejisinin 1980’den sonra küresel boyutta hayata geçirilmesi, Sovyet sisteminin 1989’da çökmesi, Doğu Avrupa’daki rejimlerin 1991’de yıkılması, 1.5 milyar insanın emperyalist-kapitalist sisteme entegre olması ve refah ya da sosyal devletin  sosyal yönünün metalaştırılması sayesinde uzun bir resesyon şeklinde (küresel düzeyde kısa çevrimli krizler üreterek) kendini dışa vurdu (bu dönem 30 yıl krizi olarak da tanımlanabilir). Yukarıda saydığımız faktörler krizin yıkıcılığını önledi ve öteledi. 2008, yapısal krizin yeni bir evreye, depresyon aşamasına geçişini işaretledi. Kriz bütün yıkıcılığıyla küresel düzeyde etkisini gösterdi. Ve göstermeye devam ediyor. Önümüzdeki aşağı-yukarı çeyrek asırlık sürecin yapısal krizin yıkıcılığına sahne olması yüksek bir olasılıktır.
Kapitalizmin yapısal krizleri, bir dizi karakteristik özelliğe sahiptir, bu karakteristik nitelikler anlaşıldığı oranda Avrupa’nın küresel krizin odağına dönüşmesi, yine Avrupa’nın son 50 yılın en büyük sınıf ve kitle hareketlerine sahne olması ve Yunanistan’da uzun soluklu bir ayaklanma halinin yaşanması, 57 büyük grevin yapılması, bunların 23’ünün genel grev olarak gerçekleşmesi, Mısır ve Tunus ayaklanmaları ve bu ayaklanma dalgasının Kuzey Afrika’yı ve Ortadoğu’yu sarması ve son olarak İstanbul Ayaklanması’nın ve Brezilya’yı  ve Mısır’ı saran kitle hareketinin oturduğu tarihsel bağlam anlaşılabilir.
Kapitalizmin yapısal krizleri küresel düzeyde sınıfsal ve toplumsal antagonizmayı şiddetlendirir ve yoğunlaştırır.
Bugün isyan hareketlerinin, son 5 yıllık kesitte olağanüstü artması ve yaygınlaşması, kıtadan kıtaya, bölgeden bölgeye sıçraması tesadüfi bir gelişme değildir. Diyalektiğin yıkıcı tezahürüdür. İstanbul Ayaklanması’nı da bu paralelde okumak ve değerlendirmek gerekir.
Ayrıca yapısal krizlerin, kendini küresel düzeyde hissettirmesi, bir kriz senkronu (ekonomik krizin yanında ekolojik, gıda, hegemonya, uygarlık krizleri) şeklinde dışavurması, uzun bir dönem sürmesi, etkisinin çeyrek, yarım yüzyıl gibi hissettirmesi, salt finansta çöküşler değil, sanayide ve ticarette yıkımlar ve deformasyonlar yaratması gibi belirtileri vardır.
Bu karakteristik özellikler (konsantre bir şekilde) küresel düzeyde sınıfsal ve toplumsal antagonizmayı şiddetlendirici faktörler olarak dikkat çeker.
İstanbul Ayaklanması’nın analizinde 21. yüzyılda kapitalist sistemin kendi tarihindeki en yoğun ve en derin entegrasyon sürecinin yaşanmasının önemi üzerine durulmalıdır. Sistemin entegrasyon düzeyi kapitalist sistemin varoluşu olan sermaye birikimini sağlamada inanılmaz olanaklar sunarken (dünyanın fabrikalaşması, her ülkenin bir atölyeye dönüşmesi, yeni üretim teknikleri, haberleşme, bilişim, uzay, nano teknolojilerde olağanüstü adımlar, sermaye hareketlerinin müthiş bir hız kazanması, son derece rafine bir şekilde emeğin kontrolü ve disipline edilmesi, metalaşmanın inanılmaz boyutlara ulaşması vb.) paradoksi bir biçimde, kaos teorisine ya da “kelebek etkisi”ne uygun Çin’de kanat çırpan kelebeğin, Amerika’da kasırgaya yol açması gibi, emeğin ve kitlelerin mobilizasyonunda, örgütlenmesinde, iletişiminde inanılmaz olanaklar ortaya çıkardı. Burjuva kozmopolitizmine karşı, isyanın enternasyonalleşmesine olağanüstü zeminler hazırladı. İsyanın enternasyonalleşmesi; isyanın ruhları silahlandırması yanında, neşenin, coşkunun, katarsisin, paylaşma ve dayanışmanın rahmi olmasıyla tüm insanlığı kuşatması, ortak ve kolektif bir ruh halinin inşasını sağladı.
Finans-kapitalin küresel düzeyde sistematik güvencesizleştirme, esnekleştirme, işsizleştirme, sendikasızlaştırma, mülksüzleştirme yoksullaştırma operasyonları, kitleleri sosyal enkaza dönüştürme programları küresel düzeyde kitleler üzerinde ortak bir ruh halinin doğmasına yol açtı. Sistematik bir karşı devrim süreci olan neo-liberal politikaların küresel düzeyde hayata geçirilmesi, bir başka yanıyla isyanın küresel düzeyde mayalanmasının zeminlerini ördü. Kapitalizmin yapısal krizi ve yıkıcı etkileri süreci daha da hızlandırdı ve derinleştirdi. Kriz sosyal ve sınıfsal antagonizmayı şiddetlendirdi.
Sürekli karşı devrimci operasyonlar önce kitleleri sessizliğe ve umutsuzluğa sürükledi. Fakat yaşama, insana, doğaya yönelmiş ve her şeyi metaya dönüştüren bu sistematik saldırılar, bir müddet sonra umutsuzluğu önce öfke biriktirmeye dönüştürdü. Öfke sabırla birikti, ardından öfke patlamaları geldi. Bu öfke patlamaları aynı zamanda umudun tohumları oldu.
İlk önce çarpıcı ve sarsıcı bir şekilde EZLN ve Marcos pratiğinde gördüğümüz  bu “durum”, Chavez kimliği ve Venezuella pratiğiyle başka bir boyut kazandı. Anti-küreselci eylemlerle daha fazla nüfuz etti.
Benzer şekilde Arap isyanlarının ve Tahrir pratiğinin küresel etkileri oldu. Tahrir pratiğinden, meydan işgal eylemleri ortaya çıktı. İspanya’da Öfkeliler Hareketi ve “Wallstreet’i İşgal Et” eylemcileri Tahrir pratiğini örnek aldı. “Hepimiz Arabız” sloganı, 100 yıllık oryantalist hegemonyayı parçaladı. İstanbul Ayaklanması’nın küresel düzeyde büyük bir coşkuyla karşılanması Brezilya’dan Peru’ya ve Slovakya’ya kadar Taksim direnişinin örnek alınması İstanbul’un “Resistanbul”a dönüşmesi ve asi kentlerin başında yer alması şaşırtıcı değildir. İstanbul Ayaklanması, isyanın enternasyonalleşmesinde son derece önemli bir adım oldu. Enternasyonalleşmeye güç kattı. Ayaklanmaların simgeleri; kırmızı elbiseli kadın, Duranadam ve Durankadın, Redhack, siyahlı kadın figürleri dünyanın sokaklarında afiş, grafiti ve duvar resimleri olarak daha şimdiden yerini aldı.
İstanbul Ayaklanması böylesi bir atmosfer ve küresel koşulların yanında T.C.’nin son 33 yılına damgasını vuran neo-liberal karşı devrim sürecinin yarattığı bir öfke patlaması olarak doğdu. Bu 33 yılın son 12 yılı AKP iktidarlarına sahne oldu. Ultra neo-liberal politikaları radikal bir şekilde hayata geçiren AKP ve Tayyip Erdoğan T.C. tarihinde finans kapitalin en militan siyasal yapısı ve siyasal kimliği olarak dikkat çekti.
AKP’nin Ortadoğu’nun yeniden yapılanmasına ve Ortadoğu’nun yeni dizaynına uygun “yeni düzen” inşası, bir karşı devrim şeklinde biçim aldı.
AKP’nin Soğuk Savaş koşullarında göre biçimlenmiş “eski Türkiye düzenini” tasfiye ederek, küresel sermayenin ihtiyaçlarına ve kapitalist entegrasyona uygun ve yeni Ortadoğu düzeninin uyumlu bir parçası olan “yeni Türkiye düzeni” inşası, sistematik bir karşı devrimci programı içerdi. Siyasal İslam’ın ontolojisine uygun şekillenen bu süreç, bir yanıyla da yeni toplumun inşası anlamına geldi. Soğukkanlı bir şekilde karşı devrimci stratejiler adım adım ve son derece pervasızca hayata geçirilmeye başlandı. Bu süreç önce toplumun kuşatılması ve bir forma sokulması, gündelik hayatı yeniden düzenleme, yaşam tarzına ve kültürüne radikal müdahaleleri içerdi.
AKP iktidarı kısaca toplumsal gerçekliği siyasal İslam’a uygun yeniden kurarak, yeni algı, hakikat ve mana dünyası ve değer yargıları yaratmaya çalıştı. Bu yönde baskıcı, kuşatıcı ve empoze edici politikalar izledi. AKP iktidarı devletin aparatları üzerinde gücü arttıkça, giderek daha agresif ve spesifik politikalar izlemeye başladı.
Yıkıcı neo-liberal saldırılarla birlikte yaşama geçirilen bu pratikler, hayatın siyasal İslam’a uygun biçimde yeniden düzenlenmesini içeren stratejik ataklar oldu. Emperyal merkezlerin koordinasyonu ve yönlendirmesiyle iyi hesaplanmış biyo-politik düzenlemeler,  AKP’nin karşı devrim stratejisinin organik parçası olarak işlev gördü. Barınmadan üremeye, cinsellikten alışkanlıklara, zevklere ve gündelik hayatın işleyişine ve ruhuna kadar müdahaleyi içeren hamleler, son derece rafine bir şekilde hayata geçirildi.
Toplumun gözeneklerine kadar kuşatılmasını, bloke ve felç edilmesini hedefleyen bu stratejik yönelimlerle kitlelerin ruhuna saldırıldı.
Hayırsever-cemaatçi kapitalizm uygulamalarıyla bu ruh alçaltılmaya ve kadavra haline getirilmeye çalışıldı. Son 12 yıllık süreç ekonomik ve sosyal yıkım programlarının yanısıra, insanlığın tarihsel kazanımları olan, temel hak ve özgürlüklerinin gaspı ve ruhların, özel yaşamın, yaşam tarzı ve kültürünün imhası üzerinden şekillendi.
Bu süreç bir yanıyla da öfkenin birikme süreci oldu. İktidarın son derece kibirli, alçaltıcı tavrı, “sıradan insanın” öfkesini artırdı. Öfke büyük bir sabırla birikti. Şiddetle infilak etmesi kaçınılmazdı. İstanbul Ayaklanması kitlelerin infilakı oldu. İnfilak kitlelere dönüştü. “Sıradan bireyler” infilakın yıkıcı parçası haline geldi.
Tayyip Erdoğan ve AKP kolektif öfkenin simgelerine dönüştü. Kitleler olağanüstü bir hınçla ve öfkeyle meydanları işgal etti. Barikatlarla, sokak savaşlarıyla, ölümüne direnişle, büyük mobilizasyonlarla ve ironinin, alayın, mizahın gücüyle iktidarın topluma nüfuzunu ve kuşatmasını paramparça etti.
İstanbul Ayaklanması isyanın muhteşem yıkıcılığını ve yaratıcılığını ortaya koydu. Öfke kitleselleşerek, umudu kitleselleştirdi. Ve geleceğin avuçların içinde hissedildiği, muktedir olma duygusunun barikatlarda, sokak savaşlarında omuz omuza, yürek yüreğe kazanıldığı muazzam bir tarihsel deneyim olarak iz bıraktı.
Hayatın yaratıcı yıkıcılığı, şenliği, anarşisi ve muhteşemliğiyle beslenen sıradan insanların ayağa kalkmasıyla, yani isyan karşısında iktidarların çöküşü, acizliği, kırılganlığı bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Aynı zamanda devletlerin ve iktidarların çürüme, ölüm, şiddet, yok etme, kibir olduğu pratik içinde tekrar tekrar kitlelerce kavrandı.

İsyan günleri, her günü yirmi yıla bedel günler
İstanbul Ayaklanması kapitalizmin yapısal krizinin açtığı tarihsel momentumun, Anadolu topraklarına yansıması oldu. Ayaklanma T.C. tarihindeki büyük bir kırılmayı işaretledi.
Ayaklanmanın yıkıcı anaforu ve yarattığı kolektif ruh hali kitleleri kucakladı ve hızla ülke düzeyinde, hatta enternasyonal boyutta yaydığı enerjiyle ruhları silahlandırdı.
Ayaklanma bir bütün olarak en başta 12 Eylül karşı devrim sürecinin uzun ve örseleyici bütün sonuçlarıyla kapanmasına yol açtı. Kitleler 33 yıldan beri süren, hayatın her alanına sızan pasifikasyon zincirini parçaladı ve pesimizmin yok edici atmosferini dağıttı.
İsyan bütün muhteşemliği ve kavrayıcılığıyla kitlelerin yeniden dirilişini sağladı. Her barikatın kuruluşu, her atılan taş, direnme ısrarı,  sokak savaşlarında geçen her an bu dirilişin merhaleleri oldu. Marx’ın böylesine dirilişlere yönelik ifadesi pratik olarak yaşandı. “Büyük gelişmelerde yirmi yıl, bir gün bile etmez, oysa bunun ardından öyle günler gelebilir ki, bunlar yirmi yıla bedeldir.”
Ayaklanma Türkiye siyasal tarihinde yeni bir moment oldu. Yeni sürecin bir dizi aktörü ve yönü ortaya çıktı.
Kürt özgürlük hareketinin içine girdiği yeni dönem, mayalanmış ve her an infilak etmeye hazır ayaklanmayı besleyen temel faktör olarak dikkat çekti.
“Barış süreci”, son 30 yıldan bu yana Batı yakasında kitleler üzerine nüfuz etmiş, sinmiş şoven havanın dağılmasına yol açtı. Her şeyden önce devletin ideolojik aygıtlarının muazzam manipülasyon, dezenformasyon ve misenformasyonlarıyla şovenizm ve siyasal gericiliğin tahakkümünü pekiştiren koşullar bertaraf oldu. Üstü örtülen çelişkiler, yani devlet-halk arasındaki çelişkilerin konsantrasyonunu ifade eden sosyal antagonizmayla, emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi ifade eden sınıfsal antagonizma bütün çıplaklığı ve sarsıcılığıyla hissedildi. Bu durum kitle reaksiyonunun gücünü ve radikalizasyonunu artıran faktör oldu.
Barış sürecinin açtığı yeni ortamın ilk olumlu yansıması Reyhanlı olayında yaşandı. Reyhanlı katliamı manipüle edilemedi. Son 30 yıldan beri tekrar tekrar gündeme sokulan ve her defasında yeniden üretilen “bölücüler” silahı işlemedi. Devletin şiddetini perdeleyen, siyasal iktidarın her düzeydeki operasyonuna meşruluk kazandıran, büyük bir kitle manipülasyon aracının ortadan kalkmasıyla, kitleler doğrudan reaksiyonlarını verebilecek, her reaksiyonun da devlet ve iktidarda somutlaştığı bir sürecin içine girildi.
2013 Newroz süreci, 2013 1 Mayıs pratiği, Emek Sineması Direnişi, Hava-İş direnişi ve grevi gibi pratikler bu yönde, ayaklanma öncesi yaşanmış önemli deneyimler oldu.
Süreç son derece hızlı ve sarsıcı gelişti. Barış süreci kısa sürede de olsa yarattığı atmosferle yıllarca birikmiş, büyük ve yıkıcı enerjinin infilak etmesini kolaylaştırdı. Bu durum Anadolu topraklarında var olan devrimci dinamiğin, potansiyelin ve öfke birikiminin boyutunu açığa çıkartmaktadır.
Bu muazzam devrimci enerjinin kristalizasyonuyla, sınıf ve Kürt dinamiğiyle kuracağı füzyon ve rezonansla ne derece yıkıcı olacağı ayaklanma sürecinde çarpıcı bir şekilde ortaya çıktı.
Bugüne kadar parçalı, dağınık, lokal direnişler (kriz sonrası yaygın bir karakter gösteren işçi direnişleri ve eylemleri, HES karşıtı eylemler, üniversite gençliğinin eylemleri gibi) birleşiklik ve süreklilik arz etmiyordu. Etki gücünü kendi lokalizasyonunda gösteriyordu.
İstanbul Ayaklanması farklı katmanları ve sınıfları biraraya getirmesi, yıkıcı ve sarsıcı sonuçlar yaratması, kitlelerin doğrudan eylemine dayanması, siyasal iktidar karşıtlığı içinde devletin kurum ve işleyişini berhava etmesi, barikat gibi iki ayrı dünyayı inşa etmesi (barikatın içindekiler ve dışındakiler gibi), devlet ve kitleler gibi somut ayrımlar yaratması ve 79 ile yayılması, özellikle birkaç ilin radikal bir direniş çizgisi göstermesi, zengin sokak savaşı pratikleriyle öne çıkması sınıf mücadelesinde yeni bir momente geçildiğinin bir göstergesidir. İstanbul Ayaklanması sınıf ve kitle hareketinin önümüzdeki dönem yönelimlerini ortaya koymasıyla da tarihsel bir pratiktir.

Kitlelerin kendiliğinden ve doğrudan hareketi
İstanbul Ayaklanması bir kitle infilakıydı. Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarına karşı senkronize bir öfke patlamasıydı. Yönünü ve reaksiyonunu böyle oluştursa da, genel olarak hareket yönsüz ve bir dizi örgütlenme pratiği yaratsa da, karakteristik olarak örgütsüz ve amorf özelliklere sahipti.
Ayaklanma kitlelerin kendiliğinden ve doğrudan eylemi olarak şekillendi. Ama hayatın bütün zenginliğiyle kaynaştı, ezber bozucu, sistemi bloke edici ve sarsıcı oldu. Ülke düzeyinde bazı Kürt illeri dahil, milyonları (İçişleri Bakanlığı 2.5 milyon olarak açıklasa da, ampirik veriler katılımın 15 milyona ulaştığını gösteriyor) harekete geçiren ayaklanma, T.C. tarihinin ilk büyük ve sarsıcı kitle mobilizasyonu olarak iz bıraktı.
Muazzam bir kitlesel yaygınlık gösterdi. Aynı zamanda kitle radikalizasyonunun son derece önemli pratikleri gerçekleştirildi. Sokak savaşları, barikat savaşları, geri çekilme ve saldırıları içeren büyük kitle mobilizasyonları, sokak savaşı teknikleri, sokakta tıbbi müdahale ve değişik haberleşme ve iletişim taktikleri ayaklanmanın iç zenginliği oldu.
Ayaklanma doğrudan sisteme yönelik bir içerikte gelişmedi. Temel hak ve özgürlükler, demokratik talepler dile getirildi. Kitlelerin yakıcı sosyo-politik sorunları ayaklanmayı tetikledi ve muazzam bir enerji açığa çıktı.
Özelde AKP ve Tayyip Erdoğan’a odaklanan öfke, sosyo-politik sorunların bir başka biçimde ifadesi oldu. Ayaklanma kitlelerin öfkesinin ve direnişinin taşıdığı devrimci enerjiyi ortaya çıkardı. Bu enerjinin biraz şekillenmiş sınıf hareketinin gerçekleştireceği üç günlük bir genel grevle son derece yıkıcı sonuçlar yaratması işten bile değildi. Aynı zamanda böylesine bir kristalizasyon ayaklanmanın hızla sistem karşıtı bir içeriğe bürünmesine yol açabilirdi.
Siyasal önderliğin başarabileceği bu kristalizasyon, önümüzdeki sürecin en yakıcı sorunu olarak ortada durmaktadır.
Ayaklanma üzerine ilk başlarda değişik spekülasyonlar yapılsa da, hareketin tam bir dipten gelen dalga niteliği taşıdığı ve bir yıkıcı toplumsal patlama olduğu kısa zamanda anlaşıldı.
Ayaklanma, ilk başlarda Kürt siyasal hareketini de temkinli bir duruma sokan,  ulusalcıların bir operasyonu ya da sistem içinde farklı kliklerin rekabeti ve çatışmasının bir yansıması olmadığı hızla görüldü. Ayaklanma emekçi yığınların AKP ve Tayyip Erdoğan’da simgelenen “yeni Türkiye düzenine” karşı büyük ve yıkıcı hoşnutsuzluğunun ve öfkesinin patlaması olduğu anlaşıldı.
Şu noktayı belirtmekte yarar var. Lenin 1916 İrlanda Devrimi için “katıksız” bir sosyal devrim ya da steril bir devrim yoktur der. İstanbul Ayaklanması da çok katmanlı, çok sınıflı muazzam bir kitle hareketidir. Her kesim kendi sınıfsal çıkar, konum ve ideolojik donanımlarına göre hareket etti, semboller taşıdı, slogan attı, kendini ifade etti. Ama önemli olan şey kitlelerin yıkıcı hareketinin yarattığı pratikler, düzen dışılık ve mücadeledir. Kitlelerin ayağa kalkması ve kendi dirilişini inşa etmesidir. Lenin’in vurguları bu noktada dikkat çekicidir “kim ‘katıksız’ bir sosyal devrim bekliyorsa, bunu hiçbir zaman yaşayamayacaktır. O, gerçek devrimi anlamayan, sadece lafta bir devrimcidir. 1905 devrimi, burjuva demokratik devrimdir. O, nüfusun bütün hoşnutsuz, sınıf, grup ve unsurlarının bir dizi mücadelesinden oluşuyordu. Bunların içinde en saçma önyargılara, en belirsiz ve hayali mücadele hedeflerine sahip kitleler, Japonya’da para alan grupçuklar, spekülatörler ve serüvenciler vs. vardır. Kitlelerin hareketi nesnel olarak çarlığı sarmış ve demokrasinin önünü açmıştır; o nedenle sınıf bilinçli işçiler başını çekiyorlardı.”
Ayaklanma her ayaklanma ve isyanda olduğu gibi heterojen, katmanlı, sınıflar arası bir boyutta gelişti. Harekete damgasını özellikle, üniversite gençliği başta olmak üzere, gençlik vurdu. Hareketin katalizör rolünü üstlendi. Aynı zamanda orta sınıf diye melez bir tanımlama yapılsa da, hareketin taşıyıcı güçlerinden biri “yeni” proleter yığınlar oldu. Ayaklanma bir halk hareketi ve emekçi yığınlar hareketi olarak biçim aldı.
Bu noktada ayaklanmanın gelişmesinde katalizör rolü oynayan gençlik ve orta sınıf diye tanımlanan kesimler üzerinde özel olarak durmakta yarar var.
Gençlik Y, Z kuşağı gibi popüler kültür kodlarıyla tanımlansa da, bu gençliğe yakışan tanım ‘red kuşağı’dır. Kapitalist sistemin 1970’lerin başlarında girdiği yeniden yapılanma süreci, bir dizi somut sonuç yarattı. Yeni süreçte devletin ekonomik bir aktör olarak devre dışı bırakılması, salt bir gece bekçisine dönüştürülmesi, sosyal devletin, sosyal yönünün metalaştırılması ve özelleştirilmesini beraberinde getirdi.
Eğitim yeni sermaye birikim alanlarından biri olarak öne çıktı. Piyasaya ve piyasa ihtiyaçlarına uygun olarak düzenlenen eğitim, bütünüyle bir toplum dizaynının parçası haline geldi. Aynı süreç bilginin metalaşmasına, saklandığı ve gizlendiği oranda değer kazanmasına yol açtı. Bilgi üretimin temel faktörlerinden biri olarak devreye sokuldu.
Bu gelişmelerin bir yansıması üniversitelerin bilgi ve bilim üretme alanından hızla çıkartılarak, sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir işleyişe ya da “yeni”, modern fabrikalara dönüşmesi oldu. Üniversitelerin birer tekno-park cenneti haline gelmesi boşuna değildi. Meslek okullarının konumlanışı da piyasaya göre şekillendi. Piyasanın ihtiyaç duyduğu kalifiye ve ucuz işgücü rezerv alanı olarak işlev kazandı. Üniversiteler piyasanın ihtiyacına uygun yeniden yapılandırıldı. Çok genel hatlarıyla belirttiğimiz bu süreç, öğrenci gençliğin konumunu değiştirdi. Öğrenci gençliğin ara katman, sınıf dışı konumu ve sistemle mesafeli olma durumu fiilen ortadan kalktı. Genel olarak gençlik işsizlik ve geleceksizlik tehlikesiyle karşı karşıyayken, özel olarak öğrenci gençlik ise, potansiyel proleter olma konumuyla karşı karşıya kaldı.
Beyin işgücünün, yeni sermaye birikimi rejimine bağlı olarak hızla proleterleşme süreci, gençliğin potansiyel proleter kimliğini besledi.
Gençlik hayatın kuşatılmışlığına, yeniden dizaynına, hayat tarzına açık, faşist müdahalelere, geleceksizliğe ve hiçliğe karşı ayağa kalktı. Öfke patlamasıyla, çok büyük bir kesiminin hayatlarında hiçbir direnişe katılmamış olmalarına rağmen, son derece radikal ve militan bir şekilde, barikatların en ön saflarında yer aldı. Gençlik isyanın içinde barikatlar kurdu ve barikat savaşçılarına dönüştü. Örtük proleter bir refleksle, sistemin çürütücü etkisine başkaldırdı. Ayaklanmaya katılan güçler içinde en etkin rolü oynadı.
Bu red kuşağı algı, ruh hali, dili ve düşünce biçimleriyle dikkat çekti.
Sistemin aşırı bireyci, egosantrik, apolitik kurguları direniş ve kent savaşları içinde paramparça oldu. Gençlik pratik olarak son derece radikal bir tutum sergileyip, sistem dışı ve devlet karşıtı bir pozisyon aldı.
Devlet güçleriyle açık çatışmaya girerek, devlet ve iktidar simgelerini iğdiş ettiler. Hem de popüler kültür kodlarını silaha dönüştürerek.
Tarih boyunca her direniş ve ayaklanma kendi dilini, ritmini ve mana dünyasını yaratır. Red kuşağı, İstanbul Ayaklanması’nın ruhunu belirlemede önemli bir misyon yüklendi.
Gençliğin pratik atılganlığı, militan tutumu ve pratik zenginliği son derece önemli bir gelişme olarak dikkat çekti.
Kuşağın ideolojik donanımı ve referansları üzerine birçok şey söylenebilir. Benzer bir yaklaşım orta sınıf diye de tanımlanan yeni proleter kesimler için de söylenebilir (Mustafa Kemal’in resimleri, sloganlar, marşlar, ritüeller, küçük burjuva eğilimler ve söylem, popüler kültür kodları ve varyasyonlarının etkileri gibi...) ama bütün bu şeyler ayaklanmanın repertuvarı olarak dikkat çekti. Özellikle AKP ve Tayyip Erdoğan’ın saldırdığı her figür, her simge, her söylem bir öfke ve şiddetle ve kontr bir hareketle sahip çıkılan şeyler oldu.
Marx (1848’de) Komünist Manifesto’da dünün “itibarlı” mesleklerinin (doktor, şair, avukat, papaz vs. gibi) artık (kapitalizmin gelişme dinamiklerine bağlı olarak) ücretli emeğin parçasına dönüştüğünü ifade eder.
20. yüzyılın son çeyreği, 21. yüzyılın ilk on yıllık dönemi kapitalizmin hızla transforme olduğu, kapitalist gelişmelerin küresel düzeyde olağanüstü bir şekilde yaygınlaştığı ve derinleştiği bir konjonktürün kapılarını araladı. Marx’ın erken ve son derece yerinde öngörüsü, yaşadığımız konjonktürde çok daha belirgin bir hal aldı. Ve bu kesimler sınıfın ana birleşeni konumuna geldi.
Kapitalizmin yapısal krizi, bir başka tanımlamayla kapitalizmin transforme oluş sürecidir. Kapitalizmin ontolojisini belirleyen her şeyin ve hayatın her alanının metalaştırılması olgusu, bu dönemde inanılmaz boyutlara ulaştı. Yaşamın her alanı sermayenin kâr güdüsüne uygun, hızla yoğun ve derin bir şekilde meta döngüsünün parçası haline geldi. Ayrıca bir dönem sosyalizm tehdidine karşı bir önlem olarak devreye sokulan ve kitleleri bloke etmek ve kitlelerin devrimci enerjisini massetmek, aynı zamanda kapitalist rasyona ve sermaye birikim modeline uygun inşa edilen refah/sosyal devlet modelinin tasfiyesi gündeme geldi. Bu tasfiye süreciyle özellikle eğitim, ulaşım, sağlık hızla metalaştırıldı.
Bu süreç bir yanıyla da beyin işgücünün hızla proleterleşmesi olarak işledi. Proletaryanın tanımı içinde beyin işgücünün (kafa emeği olarak) yer almasına karşın, ihmal edilen bu dinamik yeni dönemde ya da 1970’lerin ortalarından itibaren önce metropollerde, kapitalist entegrasyon derinleşmesi ve dünyanın hızla küresel bir fabrikaya dönüşmesiyle birlikte küresel düzeyde etkisini hissettirmeye başladı.
Sınıfın bu kesiminin bir dönem göreceli ücret yüksekliği ve tırnak içinde çalışma yaşamındaki statüsü hızla erimeye ve kaybolmaya başladı. Neo-liberal karşı devrim süreci, kapitalist entegrasyonun derinleşmesi ve yoğunlaşması, yeni sermaye birikim rejiminin doğal sonucu olan dünyanın küresel fabrikaya, ülkelerin ise küresel atölyeye dönüşme süreci, beyin işgücünün hem metropollerde, hem de özellikle ikinci kuşak kapitalist ülkelerde hızla proleterleşmesinin önünü açtı.
Yine yukarıdaki nedenlerden dolayı küresel düzeyde yoğun ve hızla yaşanan proleterleşme sürecinin bir parçası olarak, beyin işgücü proletaryanın en önemli birleşeni, fraksiyonu olarak devreye girdi.
Dün ayrıcalıklı konumda olan bu kesimler, hızla ayrıcalıklarını kaybederek, küresel düzeyde mücadelenin içinde yer almaya başladı. Bu yer alışların en önemlilerinden biri 2001 Arjantin krizinde yaşandı. Krizin yıkıcı etkileri sonucu mülksüzleşen ve yoksullaşan bu kesimler, isyan günlerinde klasik, geleneksel proletaryanın yanında yer aldı ve radikal tavır göstererek, kalıcı izler bıraktı.
Anti-küreselci eylem ve pratiklerde de dikkatimizi çeken bu kesimler, 1990’ların ortalarından itibaren kendilerini ciddi derecede hissettirmeye başladı. Aynı tarihlerde Türkiye’de farklı sektörlerdeki kamu çalışanlarının sendikal örgütlenme arayışına girmesi fiili ve militan mücadeleler örgütlemesi şaşırtıcı olmadı.
2013 Haziran İstanbul Ayaklanması, yeni sınıf fraksiyonunun (yani  beyaz yakalı diye de tanımlananlar) ve hizmet sektöründe çalışanların en yoğun ve en kitlesel ve en radikal bir şekilde sokağa çıkışını simgeledi.

Kent savaşlarında yeni bir silah: Sosyal medya
Öğrenci gençliğin ve proletaryanın yeni fraksiyonunun formal bir eğitimden geçmesi, sosyal konum ve ilişki ağlarının zenginliği, dil bilmeleri, uluslararası ilişki zeminlerinin olması muazzam avantajlar olarak işledi ve sistem tarafından bir denetim, kontrol ve apolitizasyon aracı olarak işlevlendirilmeye çalışılan sosyal medya ayaklanma günlerinde tam bir silaha dönüştürüldü.
Kitleler sosyal medya aracılığıyla sistemin dezenformasyonunu ve manipülasyonlarını boşa çıkardı. Ayaklanmayı koordine eden, haberleşmeyi etkin bir biçimde sağlayan, ayaklanmaya ruh katan ve isyanın hem ülke, hem de küresel düzeyde etki gücünü artıran sosyal medya yeni dönemde toplumsal mücadelenin en önemli “silahlarından” biri olacaktır.
Önce anti-küreselci hareket ve eylemlerde gücü açığa çıkan, daha sonra Arap ayaklanmalarında önemli politik bir organizasyon aracına dönüşen sosyal medya, İstanbul Ayaklanması’nda yeni kent savaşlarının en önemli enstrümanlarından biri haline geldi.
Yeni proleter fraksiyon ve genç kitleler bu silahı en etkin ve en sarsıcı bir şekilde kullandı.
Kitlelerin mücadele gücü ve mücadele yeteneği ve direnişin zekası sistemin aşağılık manipülasyonlarını ve bilgi kirliliğini boşa çıkardı. Böylece yeni kent savaşlarının kudreti ortaya çıktı.
Son derece renkli ve değerli direniş biçimleri ve pratikleri sosyal medya aracılığıyla yerel ve küresel düzeyde kitlelerin kolektif simgesine, edimine, pratiğine dönüştü.
Sosyal medya sokağın yaratıcı ve yıkıcı gücünü ve dilini çarpıcı bir şekilde kullandı.
Direniş ve ayaklanmanın gücünü, alay, ironi, mizah ve küfürün estetiğiyle bütünleştirdi. Sistemin her salvosu, her mistifikasyonu yeni direniş sanatları ve kültürünün ürünüyle bertaraf edildi. Bu yönde duvar yazıları, grafitiler muazzam bir işlev gördü.
1968 küresel ayağa kalkışta, duvar yazıları eylemin ruhunu dışa vuran, sokak sanatının muhteşem örnekleri, etkili ve yıkıcı pratikler olarak işlev görmüştü. Belki 1968 ruhunu en konsantre ve çarpıcı anlatımı bu yazılarda özetlenebilirdi.
İstanbul Ayaklanması’nda da duvar yazıları, tweet’ler ve Facebook durum güncellemeleri benzer işlev gördü, ayaklanmanın ruhunu ortaya koydu.
Alayın, mizahın, zekanın, şenliğin, üretmenin, yaşamın, anın, pratiğin muhteşem zenginlikleri duvar yazılarında ve sosyal ağda vücut buldu. Böylece İstanbul’un bir kavga ve isyan kentine dönüştüğü görüldü.
Sosyal medya kitlelerin coşkusunu, öfkesini, heyecanını, arzusunu, acısını paylaştığı alan oldu. Direnişin beslenmesinde ve direnişçilerin her birinin güçlenmesinde, direniş kültürünün yayılması ve şekillenmesinde önemli işlevler gördü. Sokak savaşları, sosyal medyayla güç kazandı. Savaşçıların ve direnişçilerin kendilerini ifade ettiği bir silaha dönüştü. Önümüzdeki dönem alternatif ya da karşı medyanın oluşmasında sosyal medyanın son derece önemli rolü olacaktır. Bu süreç aynı zamanda sermayenin organik parçası olan ve sermayenin tahakkümünü pekiştiren ana akım medyanın ablukasını dağıtmakta da önemli olanaklar sunabilir.

Yeni kent savaşları
Kent, kapitalizmin gelişme dinamiğinin bir yansımasıdır. Kent, kapitalizme varoluşsal bir zemin hazırlayan, kapitalizmin kendini yeniden üretmesini sağlayan, sermayenin dolaşımının en rasyonel ve en yıkıcı biçim kazandığı alandır.
Kentle kapitalizm arasında organik bir ilişki vardır. Birbirini şekillendiren, güçlendiren ve geliştiren bu organik ilişki, sermayenin tahakkümünü koşullar. Kent piyasanın ve sermaye iktidarının somut biçim aldığı yerdir.
Kent kapitalizmin kalbidir ve onun ruhunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyduğu alandır.
Burjuvazi kendi ontolojisini kentte kurdu. Ve yok edici istilasını kentin üzerinden şekillendirdi.
Kent sermaye ve piyasanın tahakkümünü kurduğu, yeni biçimler kazandığı ve giderek görünmezleştiği yerdir. Sermaye, kentin her yerindedir. Ama hiçbir yerde olmamayı da kentte başarır.
Öte yandan kent, tarih boyunca sınıflar mücadelesinin en keskin yaşandığı, ve bu mücadelenin en sert seyrettiği coğrafya oldu. En başta işçi sınıfının ana rahmi olan kentler, sınıf mücadelesinde de taşıyıcı roller üstlendi. Tahakkümün en konsantre ve yoğun yaşandığı kentler, içinde taşıdığı yıkıcı potansiyel ve anarşiyle tahakkümün ve otoritenin en kırılgan olduğu alanlar olarak dikkat çekti.
Sınıf mücadelesinin tarihinde Ludistler, sermayeye en yıkıcı darbeleri kentlerde vurdu. Makineye, makineyle özdeşleşen uygarlığa ve sermayenin ontolojisine yönelik bu saldırılar kentleri burjuvaziye dar etti.
1831 ve 1834’te ayağa kalkan Lyon Komünarları kenti bloke ederek, 3 günlük bir komün deneyimi yaratıp, başka bir dünyanın arayışına çıktı. Ve tarihte ilk defa işçi sınıfı karşı hegemonya deneyimleriyle, burjuvaziye korku saldı. 1830-1848 devrimcileri barikat ve sokak savaşlarıyla kentin çürümüşlüğünü ortaya koyarak, kente yeni bir ruh verdi. İsyan ve kavga kentle özdeşleşti.
Paris Komünü bu geleneği sürdürdü. Kent, barikat ve sokak savaşlarının merkezlerine dönüştü.
Burjuvazinin en güçlü olduğu yer, en büyük zafiyet gösterdiği yer olmaya başladı. Uzun ve geniş bulvarların inşası bu süreçte (1848 Devrimleri’nden sonra) geldi. Kent savaşlarına ve barikatlara karşı burjuvazi yeni saldırı stratejileri hazırladı ve mekan düzenlemelerine girişti.
Bu sefer kentler grevlerin, genel grevlerin ve genel ayaklanmaların merkezine dönüştü.
Ekim Devrimi, genel grev, genel ayaklanma ve Sovyet deneyimleriyle kentin yeniden yolunu açtı.
Çin Devrimi’nde ve Vietnam’da halk savaşı stratejisiyle kentin kuşatılması hedeflendi. Kır-kent diyalektiği kenti vazgeçilmez unsur gördü. Kırın, gerillanın gücü kurtarılmış bölgelerden, kızıl siyasi üslerden kentlere doğru yayıldığı ve kentler fethedildiği oranda gelecek inşa edildi. “Doğuda” fırtına böyle koptu.
Önce Cezayir Şehir Savaşı, daha sonra Uruguay’da Tupamarolar, Brezilya’da Carlos Marighella tarafından başlatılan şehir gerillasıyla, Arjantin’de Mario Roberto Santucho’nun önderliğinde PRT deneyimiyle kentler yeniden fethedilmeye çalışıldı. Yepyeni bir pratikle şehir gerillası, burjuvaziye kendini en güvenli ve güçlü hissettiği yerde darbeler vurdu. Metropollerde Kızıl Tugaylar ve RAF finans kapitalin kalbinde, kentte öldürücü darbeler gerçekleştirdi.
1968 küresel isyanı kentlerde mayalandı. İsyanın yıkıcı yaratıcılığıyla caddeler, kentler, sokaklar özgürleşti. Kitleler molotof kokteylleri ve kaldırım taşlarıyla kentlerin ruhunu kazandı.
Yeni dönemde anti-küreselci hareketler, meydan işgalleri, Avrupa’yı saran sınıf ve kitle hareketleri kent merkezli gelişti. Kentler uzun bir sessizlikten sonra piyasanın ve iktidarların tahakkümüne karşı, isyanın sesi oldu.
Arap isyanları kentlerin ve kent meydanlarının sistemi bloke ve felç etmede olağanüstü gücünü gösterdi.
İstanbul Ayaklanması bu pratikleri bir adım ileriye taşıdı. Kent isyanlarına yeni bir boyut ve zenginlik kattı. Hatta yeni dönemin isyan biçimlerine örnek oluşturdu. İstanbul Ayaklanması yeni dönemdeki (Arap İsyanları, meydan işgalleri ve Avrupa’yı saran sınıf ve kitle hareketlerinden) eylem ve direniş biçimlerinden esinlendi, ilham aldı. Ama bu pratikleri aşan, yeni bir pratik oldu. İstanbul Ayaklanması kent isyanlarında yeni bir eşik olarak dikkat çekti. Hatta özellikle Türkiye açısından bundan sonra gelecek, yeni ve daha sarsıcı ayaklanmalara prova ve laboratuvar işlevi gördü.
İstanbul direnişin ve ayaklanmanın içinde kavganın ve isyanın başşehrine dönüştü. Bir nevi asi bir şehir, bir direniş şehri oldu.
İstanbul Ayaklanması, ayaklanmanın senkronize kent ayaklanmalarına dönüşmesiyle dikkat çekici bir deneyim yarattı. Özellikle Ankara, Adana, İzmir ve Dersim ayaklanma merkezlerine dönüştü. Ankara ve Adana’da bazen İstanbul’dan daha sert çatışmalar yaşandı. Öte yandan geniş kitle mobilizasyonlarıyla onlarca kent merkezi bloke oldu. Direnç ve isyanın ruhu kolektif bir ruh haline dönüştü.
İstanbul Ayaklanması son derece zengin direniş biçimlerine ve kültürüne yataklık yaptı. Kitlesel oturma eylemi, nöbet tutma, tencere-tava eylemleri, temizlik eylemi, duraninsan eylemi, barikat savaşları, sokak savaşları, siber aktivizm, kitlesel mobilizasyon, kitlesel geri çekilme ve saldırı taktikleri, mahallelerde yaygın kitlesel yürüyüşler vb. eylem ve direnme biçimleriyle yeni kent savaşlarının zengin örnekleri yaratıldı.
Eylemlerin uzun soluklu olması, özellikle kent merkezlerinde gerçekleşmesi, kent merkezlerinin özgürleştirilmesi, bir nevi kentlerde kurtarılmış bölge yaratma stratejisi önemli ve sarsıcı pratikler olarak iz bıraktı. Kent savaşlarında yeni birikimler ve deneyimler oldu. Önümüzdeki dönem sınıf mücadelesinde kentlerin stratejik önemi böylece çarpıcı bir şekilde ortaya çıktı.
Kenti ve kent merkezini savunmak, bir gerilla tarzı olarak kentte “kurtarılmış”, fiili inisiyatif alanları yaratmak karşı kültürün, alternatif yaşam ve yaşam pratiklerinin boy vermesine olanak sağladı.
İstanbul Ayaklanması bütün bu yönleriyle önemli bir pratik oldu. Sokaklar gerçek yaşam alanına çevrildi. Sokağın ezber bozuculuğu ve yıkıcılığı, kenti kuşatan sermayenin kesif ve çürütücü havasını yok etti. Sermayenin egemenliğinin simgesi olan ve şehrin kalbi niteliğindeki meydanlar direniş ve başkaldırma mekanına dönüştü. Meydan kitleleri bir araya getiren, direniş ve mücadeleyi karnavala dönüştüren, mücadeleyi şenlik ve neşe kaynağı yapan alan oldu. Gösteri toplumunun “ekranı”, şehrin kalbi meydan, sıradan insanın kendini yeniden yarattığı, diriliş alanı haline geldi.
David Harvey’in de üzerinde durduğu spekülatif sermayenin hem peygamber, hem de dolandırıcılığın merkezi olan kent, (kapitalizmin yapısal kriz süreci bu özelliğini giderek daha da çıplaklaştırdı) sıradan insanların müdahalesiyle, özgürlüğü solumaya başladı.
Kentin finans-kapitalin ihtiyaçlarına göre yeniden inşası, sermaye tarafından kentin kuşatılmışlığı, sermayenin kente nüfuz edişi ve bütün yıkıcılığı bir isyan dalgasıyla etkisizleştirildi.
Düzen, devlet ve kent denklemi, kentin özgürleşme pratikleriyle düzeni işlemez hale getirdi ve devleti etkisiz bıraktı.
Kentin iki sahibi olan iktidar (sermaye) ve piyasa yeni kent savaşlarıyla ağır darbeler yedi. İstanbul Ayaklanması pratiği, 21. yüzyılda kent teorisi ve sosyolojisi üzerinde düşünmemizi ve devrimci mücadelede kent mücadelesinin yakıcı öneminin kavranması açısından son derece önemli bir deneyim oldu.

Taksim Komünü
Yeni kent savaşlarının somut biçim alışlarından biri meydanların özgürleştirilmesi ve “kurtarılmış alan” haline getirilmesiyle birlikte her devrimci mücadelenin ya da isyanın içinden, onun ruhu ve kalbinden doğan bir pratik İstanbul’da da gerçekleşti ve Taksim Komünü olarak biçimlendi. Taksim Komünü, belki de ayaklanmanın en kristalize olmuş hali ve direniş kültürünün en konsantre biçimi olarak, direnişin içinden onun edimlerinden, kavganın tam ortasında ve kavgayla birlikle oluştu.
Kitlelerin yaratıcı gücünün, direniş ve mücadelesinin kitleleri bir katarsis sürecine soktuğunun somut göstergesi olan Taksim Komünü küçük bir örnek olmasına karşın, büyük ve silinmez izler bıraktı.
Başka bir dünyanın ellerimizde, topraktan fışkırırcasına nasıl ve hatta kolayca kurulabileceğini, sermayenin yo ediciliğine, çürümüşlüğüne karşı insana ve geleceğe güvenmenin somut pratiği olarak doğdu.
Taksim Komünü bütün eksikliğine ve acemiliğine karşın mücadele ve direnişin yeni insanı yarattığını ve bu yeni insanın ruhunu şekillendirdiğini gösterdi.
Ayaklanma ve direniş günleri, 33 yıldan beri neo-liberal bireyin egosantrik, bencil ruhunu bertaraf edip, ruhların derinliklerinden paylaşma, dayanışma ve yardımlaşma duygularını ortaya çıkardı. Ayaklanma günlerinde muazzam dayanışma ve paylaşma pratikleri yaşandı. Bu toplumun unuttuğu şeyler, direnç ve mücadelenin içinde yeniden üretildi ve kazanıldı. Kitleler direnişin içinde arındı. Bir anlamda direnişin içinde yeniden var oldu.
Taksim Komünü bu pratik ve deneyimlerin, bir katarsis sürecinin en somut biçimi oldu. Benzer deneyimler sokak çatışmalarının içinde, barikat başlarında, çatışma anlarında yüreklerin yüreklere, ellerin ellere, omuzların omuzlara değmesiyle paylaşıldı. Kolektif bir ruha dönüşerek, yeniden sokağa, caddelere ve meydanlara taşındı.
Bu pratikler bir yanıyla da sosyalizmin şiar, anlayış, varoluş biçimlerinin kitlelerle kucaklaşması ve buluşması anlamına geldi. Muazzam olanakların kapıları aralandı. Devrimin sahici bir şey olduğu, gerçekten devrimin böyle bir şey olabileceği hissedildi. İsyan insanların ruhunda unutulmaz izler ve tatlar bıraktı. Özellikle bu yön kitlelerin kolektif belleklerine kazılacak bir içeriktedir. Nesillere aktarılacak olağanüstü deneyimlerdir.
Taksim Komünü müthiş bir ambiyansın ve kolektif ruh halinin ortasında, karşı bir deneyim olarak doğdu. Her gün soluk alıp, verdi. Yeni insan ve toplumsal ilişkileri ördü. Ve kitlelere devletin, paranın, otoritenin olmadığı yerde insanların ne derece yaratıcı olduğunu gösterdi.
Karşılıksız paylaşma, herkesin ihtiyacından fazlasını verdiği, herkesin ihtiyacı kadar aldığı alternatif yaşam ve toplumsal ilişkilerin ön pratikleri Taksim Komünü’nde ortaya çıktı.
İstanbul Ayaklanması ve yarattığı aura korkunç bir özgürlük duygusu olarak özetlenebilir. Öte yandan İstanbul Ayaklanması sınıf mücadelesinde yapılan ve yaşanan hiçbir şeyin boşuna olmadığını ve sınıf mücadelesinin her şeyden önce bir biriktirme süreci olduğunu gösterdi. Devrimciler açısından özellikle öğrenilmesi gereken şeyin bu olduğunu düşünüyorum.

Yıkıcı bir güç, kitle hareketi
İstanbul Ayaklanması susmaya, kabul, sessiz kalmaya ve korkuya karşı bir başkaldırı ve kolektif bir ret hareketiydi.
Bu büyük sarsıcı dalga, kendini üreterek ve zengin direniş biçimleri yaratarak, biraz “sakinleşmiş” bir şekilde etkisini sürdürüyor.
Türkiye siyasal tarihinde bir kırılma ve yeni bir momente geçişi simgeleyen İstanbul Ayaklanması ve dalgasal etkisi nasıl biçimlenir ve sonuçlanırsa sonuçlansın, kitlelerin yeniden doğuşunu beraberinde getirdi. Dalganın geri çekilişi, içinde bulunduğumuz olağanüstü konjonktürün de (kapitalizmin yapısal krizinin yıkıcı etkileri, Türkiye’nin küresel joe-politiğin odağında yer alan bir ülke olması ve yıkıcı bir krizin ötelendiği koşullarda) etkisiyle, daha büyük ve daha sarsıcı halk ayaklanmalarının ve isyanların önü açılmıştır.
2013, 2014 ve 2015 yılları bu anlamda son derece kritik yıllardır. Önümüzdeki dönem T.C.’nin transformasyon süreci ve krizin yıkıcı sonuçlarının hissedilmesiyle, siyasal iktidarın otoriter düzenlemeleri ve biyo-politik müdahaleleri en küçük bir kıvılcımın ateşe dönmesi ve yangına dönüşmesinin olanaklarını sunuyor.
Anadolu toprakları artık dalgasal, birbirini tetikleyen ve besleyen halk isyanlarına ve ayaklanmalarına gebe topraklardır.
Kitlelerin yıkıcı ve sarsıcı öfkesi dinmemiş, birikmeye devam etmektedir.
İstanbul Ayaklanması CHP Genel Başkanı’nın ilk günlerdeki son derece oportünist ve düzen ve devletin bekasına gösterdiği hassasiyetin ifadesi olarak, ağzından kaçırdığı, kitlelerin deşarj olmasına izin verilmesi gerektiğine yönelik vurgularını boşa çıkarmış, tam tersine öfkenin ayaklandığı, daha fazla ve yeni mecralarda biriktiği, korkunun ablukasının dağıtıldığı, direnişin içinde kolektif dirilişin sağlandığı bir pratik olarak tarihe geçti. Ve ardında olağanüstü deneyimler, birikimler bırakarak, kitlelerin şekillenmesini ve yeniden doğuşunu sağlayıp, karşı devrimin ruhları kadavra haline getiren atmosferini dağıttı. Evet: “Bu daha başlangıç, kavga yeni başlıyor!” İsyancılar bunu bir slogan olarak söylüyorlar ama isyan deneyimleri bize şunu gösteriyor; kitleler bir kez ayağa kalktığında ve bu ayağa kalkış dişe diş bir mücadeleyi yarattıysa, yenilgi bile kazanım olarak değerlendirilir. Kısaca Türkiye yüksek bir konjonktürün içine, olağanüstü bir sürecin içine girdi. Yaşanan pratikler, kitle mobilizasyonunun gücü Arap isyanlarını aştı, önümüzdeki aylar dahil, birkaç yıl yeni ve daha yıkıcı isyan dalgalarını beraberinde getirebilir. Kitleler, herkes ve özellikle devrimciler bu sürece hazırlanmalıdır. Çünkü kitle hareketi yaparak öğrenir ve öğrenerek yapar. İstanbul Ayaklanması, kitle mücadelesini için tam bir okul oldu. Kitleler bu okulda, mücadelenin içine kendi varoluşlarını yeniden kurdu. Özgüven duydu, edilginliklerini paramparça etti.
Devletle açık çatışmaya giren kitleler, mücadele ve direniş içinde var olduğunu hissetti, muazzam pratiklerle, olağanüstü paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle gücünün farkına vardı ve kudretini tattı.
Devletin her şeyiyle bir asalak, parazit, sistemin ve sermayenin en vahşi aparatı olduğu yaşanarak görüldü ve öğrenildi. Kitleler kendi eyleminin içinde, yıkıcı gücünün farkına vardı.
İktidarların ve otoritenin, devletin ve zor aygıtlarının kırılganlığını, direnişin ve mücadelenin içinde fark etti.
Yaratılan korkunun, üreticisinin kendi hareketsizliği olduğunu anladı. Kitleler kolektif ayağa kalkış içinde sistemin, devletin acizliğini ve “iktidarsızlığını” yaşayarak hissetti.”
Kitleler ve halk ayaklanma günlerinde yeni bir karakter ve ruh kazandı. Direnişten öğrenme ve direniş içinde yeniden doğmayı yaşadı.
Artık isyanın tadını almış ruhu dizginlemek zordur. O ruh hem de kolektif bir ruha dönüşmüşse...
İstanbul Ayaklanması bu yönleriyle önümüzdeki ayaklanmaları hem bir provası, hem de laboratuvarıdır. Türkiye dalgasal isyan hareketlerinin içine giriyor. Bu ilk prova sarsıcı ve yıkıcı sonuçlar doğurdu.
İstanbul Ayaklanması’nda kitle hareketi açısından stratejik kentler olgusu üzerinde durmakta yarar var. Ayaklanma İstanbul, Ankara, Adana gibi bazı stratejik kentleri ortaya çıkarttı. Bu kentlere olası krizin yıkıcı sonuçlarıyla şu kentleri de dahil edebiliriz: Bursa, Manisa, Eskişehir, İzmit, Kayseri, Çorlu, Adana, Mersin, İskenderun, Tarsus, Gaziantep, Batman, Diyarbakır. Bu kentler sınıf hareketi açısından stratejik yerler olması itibariyle de önem taşımaktadır.
Yeni kitle hareketlerinde stratejik kentlerin son derece önemli olacağı ortaya çıktı. Var olan dinamiklere yeni işçi havzalarının ve kentlerinin katılması, Türkiye’de sınıflar mücadelesinin olağanüstü bir döneme geçişini işaretler.
Stratejik ve odak ille, ayaklanmaların ve kitle hareketlerinin merkezi olma rolünü üstlendi. Bu yön önümüzdeki dönemde kendini dışa vuracak bir içeriktedir. Kentlerin yeni dönemdeki bu odaklanışı yeni ayaklanmaların karakteristiğini belirleyecektir.
Batı yakasında kent ayaklanmalarının, Kürt topraklarında bir kent ayaklanması şekli olan serhıldanlarla birleşmesi ve partizan savaşıyla koordine olması, yeni birleşik devrimci savaşın momentleri olarak görülebilir. İstanbul Ayaklanması bütün bu dinamikleri, olasılıkları ve yönleri içinde barındırdı ve gösterdi.
Türkiye’nin Yunanistan benzeri bir sürecin içine girdiğini düşünebiliriz. Yunanistan’da 2009 sonrası yaygın grev ve genel grev senkronları yaşandı. Krizin yıkıcı etkileri Yunanistan’ı uzun soluklu bir ayaklanma ülkesine dönüştürdü. Son 4 yıldan beri Yunanistan’da büyük sınıf ve kitle hareketleri yaşanıyor. Türkiye kapitalizminin özellikleri, toplumsal profili ve sınıf dinamikleri Tunus ve Mısır’dan çok Yunanistan’a benziyor. Türkiye büyük sosyal salınımlar, yeni isyan ve ayaklanma dalgaları içine girdi. İstanbul Ayaklanması’nın yarattığı birikimler bir başka boyutta yeni isyan ve ayaklanmaları besliyor ve güç katıyor. Her ne kadar dalga bir geri çekilme sürecine girse de, kendi içinde salınımlı ve son derece zengin pratik ve direnişlerle sürmektedir (yaygın forumlar, polis şiddetine karşı kitlesel gösteriyor, Taksim’e çıkma iradesinin sürmesi, mahallelerde kitlesel hareketlenmelerin devam etmesi, duraninsan eylemleri, karanfil bırakma gibi eylemler). Ayrıca şöyle bir yorum da yapılabilir: Bu eylemlerin yarattığı enerji de yeni bir patlamanın dinamiğini oluşturabilir. Dalganın geri çekilme süreci, daha büyük bir dalganın doğumuna yol açabilir. Mücadelenin, direnişin ısrarı zengin direniş ve eylem biçimleri bugünün kazanılması kadar, geleceğin fethi, gelecek mücadelenin birikimleridir.
İstanbul Ayaklanması 21. yüzyıl devrimlerine de önemli birikimler sağladığı ve son derece zengin deneyimler sunduğu bir gerçektir. Ayaklanma, 21. yüzyıl devrimlerinin olası gelişme dinamiklerini ortaya koydu. En azından 21. yüzyıl isyan hareketlerinin gelişme momentleri ortaya çıktı.
İstanbul Ayaklanması Avrupa’nın Akdeniz havzasını saran sınıf ve kitle hareketlerinin ve Arap isyanlarının bir konsantrasyonu olarak özgün ve son derece zengin bir biçimde doğdu. Gelişme dinamikleriyle küresel isyan hareketlerine ve devrimci mücadeleye ışık tuttu. İstanbul Ayaklanması’nın gücü ve etkisi daha bugünlerden kendisini gösterdi. Önümüzdeki dönem bu etki daha da yayılacaktır.

Devrimci hareketin tutumu
Devrimci hareket ayaklanmanın başından itibaren içinde yer aldı ve en aktif öznelerinden biri oldu. Gücünü seferber etti. Son derece iyi bir sınav vererek barikatların ve çatışmaların en ön saflarında, militanca ölümüne savaştı. Gelişmelere inisiyatif koydu. Direngenliğiyle iz bıraktı.
Ayaklanmanın muhteviyatını hızla kavrayan devrimci hareket son derece olgun tutum ve tavır sergiledi. Özellikle 1 ve 2 Haziran günlerinde ulusalcı kesimlerin ve CHP’nin müdahalesi olduğunda ve inisiyatif koymaya çalışıldığında son derece esnek, gelişmeleri koordine eden bir yaklaşım sergilendi. Bu tutum sadece İstanbul’da değil, hemen hemen bütün diğer illerde de yaşandı. MHP kökenli gençlerin bozkurt işaretlerine, ulusal sembollere, Mustafa Kemal bayraklarına, sloganlara karşı tolerans gösterildi. Kitlelerin AKP’nin saldırdığı her şeyi sembollere dönüştürdüğü hızla kavrandı. Son derece esnek ve kapsayıcı politikalar izlendi. Böylece ayaklanma içinde olası provokatif hava dağıtıldı. Herkes kendi rengiyle ayaklanmaya katıldı. Özellikle çatışma ortamı ve direnişin muhteşemliği kitleleri kaynaştırdı ve birleştirdi. Ruhları ortaklaştırdı. Pratik olarak sistem karşıtlığı ve polise karşı etkin direniş ve çatışma hali sembollerden kaynaklı problemlerin başından aşılmasını sağladı.
Direniş kültürü toleransı, karşılıklı saygı ve özeni beraberinde getirdi. Hatta devrimcilerin militan tavrı sloganlarının ve şiarlarının kitleselleşmesine yol açtı. Düzen dışılığın ve devletten kopuşun simgesi olan barikatlarda Türk bayrağını asılı olması ayaklanmanın özelliklerinden biri oldu. Bayraklara dokunulmadı. Atatürk Kültür Merkezi ve Taksim civarında tüm duvarlar, ayaklanmanın tüm renkliliğinin ve ideolojik çeşitliliğinin simgeleri oldu. Devrimci hareket sekter tavırlardan uzak durarak, hareket içinde şekillenmeye, biçim almaya, hareket ve direnişten öğrenmeye çalıştı.
Devrimci hareket, kendi şiar, sembol ve sloganlarını sakınmadan kullandı. Olağanüstü çatışma ortamı ve paylaşma ve dayanışmanın en güzel örneklerinin yaşandığı koşullarda ayaklanma herkesi ve her eylemi şekillendirdi.
Bu noktada Brezilya’da yaşanan son gelişmeler öğreticidir. Kitle hareketi sırasında solun bayrakları, simgeleri ve flamalarıyla sokağa çıkmasına karşı Brezilya sağı ve faşistleri saldırıya geçti. Ayrıca lümpen kesimler kitle hareketini zayıflatacak adımlar attı. Her şeye  karşın sol sokakta olma ısrarını korudu ve kitlelerle bütünleşmeye  çalıştı.
İstanbul Ayaklanması’nda bu sorun başından aşıldı. Yaşananlar itibariyle bundan sonra da pek problem olacağa da benzemiyor. Ama bu riskin varlığını her zaman akılda tutmak gerekiyor.
Devrimci hareket bu yaklaşımlarına ve fedakarca tutumlarına karşın, halk ayaklanmasının olağanüstü gücünü yönlendirecek, ne bir donanıma, ne de bir örgütlenmeye sahip değildi. Hatta ayaklanmaya bütünüyle hazırlıksız yakalandı. Devrimci hareket tereddüt etmeden büyük dalganın parçası olmaya çalıştı. Bu çaba da başlı başına anlamlı, anlaşılır ve saygıdeğer bir çabadır. Ama yetersizdir. Ya da yetersiz olduğu bilinmelidir. Ayrıca ayaklanma ve isyan günlerinde devrimci siyasal öznelerin, olağanüstü koşulları hızla kavrayacak, kendi aralarında Devrimci Direniş Komiteleri ya da Cephesi adı altında (bütün defansların hızla ortadan kaldırılarak) bir araya gelinemedi. Ayaklanmaya hazırlıksız yakalanma bir gerekçe olabilir ama direnişin uzunluğu, yaşanacakların hemen hemen kestirilmesi, özellikle İstanbul ve Ankara’da böyle bir örgütlenmenin yaratılmasına zemin hazırlayabilirdi. Ne yazık ki böylesi bir adım atılamadı. Sol kültürün zafiyetleri böyle bir deneyimin ortaya çıkmasına olanak vermedi.
Sistemin devrimcilerle kitleleri ayrıştırma çabalarına, devrimcileri kriminalize etme girişimlerine ve itibar kaybettirmeye yönelik en iyi cevap böyle bir örgütlenmeyle verilebilirdi. Öte yandan geniş yığınların içinde he zaman aktif ve koordineli davranmanın, örgütsel disiplin göstermenin kitlelerin bir ölçüde yönelimini de belirleyeceği unutulmamalıdır.
Özellikle çatışma anlarında deneyim ve pratik zenginliğiyle dikkat çeken, birleşik bir güç etkili sonuçlar yaratıp, kitleleri yönlendirebilirdi. Ama yapılamadı. Her siyasi özne kendi mevziisinde çatışmalara, barikat savaşlarına ve direnişe katıldı.
Devrimci komünistlerin ayaklanma ve isyan koşullarında temel görevi, devrimin imkanını yaratmak olmalıdır. Devrimci komünistleri diğer siyasal güçlerden ayıran en temel özellik, devrimin imkanını aramaktaki ısrar ve kararlılıklarıdır. İstanbul Ayaklanması ve halen devam eden salınımı, bu yönde son derece öğretici deneyimler sundu. Devrimciler için isyan günleri kendilerini yıkıp, yeniden inşa etme günleridir. Olağanüstü biriktirme günleridir. Tecrübe kazanma, zaaflarından arınma, kitlelerle kucaklaşma, kitlelerle ontolojik bir ilişki kurma ve yenilenme günleridir.
Bugün açısından dalganın içinde inisiyatif koymaya çalışan devrimcilerin iddiaları büyük olmalı, bu iddiaya göre hazırlanmalılardır.
Türkiye’nin içine girdiği yüksek konjonktür, ayaklanma halinin sürekliliğini ya da dalgasal senkronlar yaratma ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Bu durum devrimin imkanı doğrultusundaki arayışlara güç vermelidir.
Devrimci komünistler, bu perspektifle İstanbul Ayaklanması’nın yıkıcı dalgasına rağmen, özellikle klasik işçi sınıfının hareketsiz kalması ve Kürt özgürlük hareketinin tutuk davranmasının üzerine gitmeli, bu güçlerin bugün ve bundan sonra sosyal dalganın parçasına dönüşmesi için çabalarını yoğunlaştırmalıdır.
Bu adımlar ve çabalar, devrimci komünistlerin yetersizliklerini aştığı, isyanın parçası olmaktan isyanın temel aktörüne dönüştüğü sürecin önünü açacaktır.

Eksik olan ne?
İstanbul Ayaklanması, senkronize kent ayaklanmalarını tetiklemesine, aleni bir şekilde devletle kitlelerin ayrışmasına, barikatların kurulmasına, barikat savaşlarının yaşanmasına, büyük militan kitle mobilizasyonlarının gerçekleşmesine, semtlerde yoğun ve kitlesel yürüyüşlerin yapılmasına, ölümlere, binlerce yaralıya, acımasız polis şiddetine rağmen işçi sınıfını harekete geçiremedi. Ayaklanmanın sınıf ayağı tamamlanmadı. Bu büyük ve yıkıcı eksiklik, siyasi iktidara soluk alma fırsatı verdi. Sınıfın devreye girmesi, yaşanan olağanüstü şartlara karşı gerçekleştireceği bir grev hamlesi, Mısır ve Tunus pratiği akılda tutulursa, siyasi iktidarı çökertecek bir mahiyette olabilirdi.
İşçi sınıfı sendikal bürokrasinin ve korporatizmin kuşatılmışlığı altında hareketsiz kaldı. KESK’in ve DİSK’in genel grev çağrısı bir olumluluk taşısa da sınıfın genelini harekete geçirecek içerikte olmadı, etkisiz kaldı.
KESK Ankara ve İstanbul’da greve ve sokağa çıktı. KESK’e bağlı bağlı sendikalar başarılı grevler gerçekleştirdi. DİSK gücüyle orantılı kısmi bir mobilizasyon gösterdi.
TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, MEMUR-SEN’in sınıfın kuşatması ve çürütmesi, sınıfı bloke etti. Sınıf eylemlere katılmadı. TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve MEMUR-SEN siyasal iktidara ve devlete bütünüyle angaje olarak, sınıfın önünde tam bir dalgakıran işlevi gördü. Siyasal iktidarın faşizan politikalarına onay ve destek verdi. TÜRK-İŞ yönetimine muhalif olan Sendikal Güç Birliği’de bu süreçte tam anlamıyla etkisiz kaldı. 4-5 Haziran genel grev kararına güç birliği içindeki bazı sendikalar mitinglere katılarak kısmen destek verdi.
Dikkat çeken önemli bir gelişme ise şöyle yaşandı: TÜRK-İŞ’e bağlı sendikaların azımsanamayacak orandaki üyeleri bireysel duyarlılıklarıyla Taksim’de ve Kızılay’da yer aldı. Hatta çatışmalara katıldı. Sendikal bürokrasi ve korporatizmin işçi hareketini felç edici etkisinin, somut pratiği İstanbul Ayaklanması’nda yaşandı. Devrimciler ve komünistler bu son derece ciddi sorun üzerine özellikle gitmeli, sınıfın kuşatılmışlığını parçalayacak alternatif örgütlenmelerin yaratılması üzerine kafa yormalıdır.
Kuşatılmışlık halinin parçalanması, bir anlamda devrimin imkanını sağlayacak, devrimci öznenin yıkıcı bir şekilde devreye girmesine yol açacaktır. Özellikle taban örgütlenmeleri üzerinde durmak, sınıfla organik bağ kurmak, yeni sınıf dinamiklerini açığa çıkarmak, önümüzdeki dönem stratejik nitelikte bir önem taşıyacaktır.
Bugün Çorlu-Lüleburgaz havzası; İzmit-Gebze-Sakarya havzası; Eskişehir-Bozüyük havzası; Adana-Mersin-Tarsus-İskenderun yani Çukurova havzası; İzmir-Manisa havzası; Gaziantep-Adıyaman-Malatya havzası; Kayseri-Konya havzası; Batman-Diyarbakır havzası gibi 7-8 tane ana işçi havzası, Bursa, Manisa, Denizli, Kayseri, Gaziantep gibi işçi hareketi açısından stratejik iller ve Kürt toprakları dahil (Batman ve Diyarbakır gibi) 249 organize sanayi bölgesi, sınıf hareketinin yeniden yapılanması ve şekillenmesinde yaşamsal önem taşıyor.
21. yüzyıl devrimlerinde, İstanbul Ayaklanması kent ayaklanmalarının önemini ortaya koydu.
21. yüzyıl devrimlerinde stratejik kentler önem taşıyacak. Stratejik ve odak kent hareketleri, ayaklanmaları ve isyanları sistemi felç ediyor ve olağanüstü dalgasal mobilizasyonlarla kitlelerin yıkıcı öfkesi ve enerjisini açığa çıkarıyor. Türkiye’de görüldüğü gibi bu kentlerin bir kısmı proletaryanın yeni stratejik kentleri olması dikkat çekiyor. Ya da işçi hareketi açısından stratejik kentleri böylesi bir sürecin parçasına dönüştürmek devrimin olanakları açısından önem taşıyor. Sınıf çalışmalarını bu perspektife uygun gerçekleştirmek gerekiyor.
İstanbul Ayaklanması’nda, sınıf faktörünün devreye girmesi, nasıl ki altüst edici sonuçlar doğuracaksa, önümüzdeki dönem kent ayaklanmalarıyla, sınıf dinamiklerinin organik bağını kurmak, o bağın zeminlerini oluşturmak yaşamsal önem taşıyacaktır.
Bu perspektifle sınıfın her düzeydeki kuşatılmışlığının aşılması ve sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesi, devrimin imkânı açısından stratejik ve yaşamsaldır. Böylesi bir anlayışla, sınıf çalışmasını bir yandan sendikal bürokrasinin ve korporatizmin sınıf içindeki kuşatmasını kırmayı, öte yandan sınıfın öfkesini ve yıkıcı gücünü açığa çıkarmayı hedefleyen bir perspektifle ele almak gerekiyor.
Sınıf içinde taban örgütlenmelerini esas alan bir bir çalışma, sendikal alanla sınırlı kalan bir çalışma değildir. Taban örgütlenmeleri sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesini hedefler. Suplex yapısıyla somut ve acil problemlere müdahale eder ve sınıfın öz gücünü harekete geçirir.
Sınıfın hem ideolojik (siyasal gericilik ve şovenizmle), hem de bürokratik ve korporatizmle kuşatılmasını, sınıfın iç dinamiklerini açığa çıkararak kıran taban örgütlenmeleri temel  bir sınıf örgütlenmesidir. Ayrıca devrimci mücadelenin gelişme momentlerinde metamorfoza uğrayarak, devrimin taşıyıcı örgütlenmelerine dönüşebilir. Taban örgütlenmeleri sınıfın öz örgütlenmesidir.
İstanbul Ayaklanması’nın bundan sonraki seyri hayatın her alanını kavrayacak kitle ve taban örgütlenmeleri kurmak olmalıdır. Kitlelerin doğrudan eylemi ve inisiyatifinin eseri olacak bu örgütlenmeler mahalle, sokak, savunma ve direniş komiteleri gibi kitle aktivite komiteleri içeriğinde gerçekleşmelidir.
Taban örgütlenmeleri sınıf içinde doğrudan demokrasiyi ve doğrudan eylemi ve sınıfın bağımsız bileşik gücünü açığa çıkarmayı hedefleyen işçi örgütlenmeleridir. İşsizler için işsiz komiteleri, taşeron işçileri için de işyeri komiteleri, sendikasız alanlarda sendikalaşma komiteleri, sendikal alanda toplusözleşme, işyeri komiteleri, sendikal bürokrasiye karşı işçi inisiyatifleri şeklinde biçim alacak taban örgütlenmeleri, sınıfın öfkesini açığa çıkarması yanında, onun yıkıcı enerjisini kristalize eden örgütlenmelerdir.
Bugünden sınıfın her kesiminde taban örgütlenmelerini hedefleyen çalışmalar yoğunlaştırılmalı, işçi sınıfının sosyal patlamaların temel bileşeni olmasının zeminleri yaratılmadır. Sınıfın yıkıcı enerjisinin sürece dahil olması, başka bir dünyanın yaratılmasında muazzam bir adım olacaktır.
Devrimci komünistler bütün gücünü ve ağırlığını her havzada, her fabrikada ve her atölyede taban örgütlenmeleri yaratmak üzerinden kurmalı, sınıfın devrimci enerjisini açığa çıkarmayı hedeflemelidir. Bu enerji kent hareketleriyle, ayaklanmalarıyla birleşmesi gerçek bir sosyal infilak olacaktır.
Devrimin “sahici” bir şey olduğu yaşanılarak görüldü. “Devrim sanki göz kırptı”.
Böylesi bir çalışma ve kitle hareketleriyle organik bağların kurulduğu faaliyet ve bu büyük enerjiyi kristalize edecek devrimci siyasal öznenin varlığı, devrimin “merhaba” demesi olacaktır. Şimdi İstanbul Ayaklanması’yla, bizlere doğru yoldasınız, devam edin, ateşi körükleyin, yayın, güçlendirin mesajını verdi. Bu mesajı en iyi anlayacak devrimciler ve komünistlerdir.

Kürt özgürlük hareketi, ulusal enerjinin yıkıcı gücü
İstanbul Ayaklanması ve senkronize kent isyanlarının en büyük eksikliği, senkronun Kürt illerini sarması, 30 yıllık olağanüstü mücadeleler gerçekleştirmiş Kürt halkının Kürdistan topraklarında ayaklanmayı yeni serhildanlarla karşılaması olacaktı. Ne yazık ki bu gelişme olmadı. Böylesi bir gelişme sistemi bloke edeceği gibi, isyanın yıkıcı gücünü ve enerjisini muazzam derecede yoğunlaştırıcı bir faktördü.
Anadolu topraklarının böylesi bir isyan dalgasıyla alt-üst olması işten bile değildi.
Kürt Özgürlük Hareketi son derece anlaşılır ve makul nedenlerden dolayı, Kürt sorununun geldiği yeni momente uygun, hatta bu momente yönelik aşırı bir hassasiyetle sürece aktif dahil olmadı.
En başta bazı çekinceler koydu. Yine yeni momentin ya da eski tecrübelerin (Cumhuriyet Mitingleri gibi) defansı yaşandı. Bu defans Amed Konferansı’nda da devam etti. KCK ve Abdullah Öcalan’ın açıklamalarıyla ayaklanmaya sıcak mesajlar verildi. Bu aşamadan sonra BDP isyan kentlerinde flamalarını açtı. Ama sürecin bütününde başta İstanbul ve Adana ve tüm diğer illerde Kürt gençleri ve Kürt halkı ayaklanmaların içinde aktif olarak yer aldı, direndi, çatıştı. Semt hareketlerinin taşıyıcı gücü Kürt halkı oldu ve olmaya devam ediyor.
Abdullah Öcalan’ın “demokratik modernite” teziyle son derece uyumlu, kitlelerin demokratik hak ve özgürlükleri için ayağa kalkması önce yeterince anlaşılamadı. Ayaklanmaların bir kent ayaklanmaları senkronuna dönüşmesi, semt mobilizasyonları şeklinde gelişmesi ve içeriğinin ne ulusalcı (ilk günlerde İşçi Partisi ve CHP bu yönde basınç yapmasına rağmen), ne de sermayenin ya da egemen kliklerin birinin varyasyonu olmadığı, çıplak bir şekilde ortaya çıkması Kürt hareketinin tutumunu farklılaştırmalıdır.
Kürt hareketi halen salınımı süren ve iç evrim geçiren kitle hareketiyle bütünleşme ve kaynaşma yollarını bulması son derece önemli bir dinamiğin devreye girmesi anlamına gelecektir.
Bu adımlar sadece bugün değil, önümüzdeki dönem çok yüksek bir olasılıkla doğacak yeni sosyal patlama dalgaları içinde bir hazırlık, bir rezonans, bir füzyon oluşumu anlamı taşıyacaktır.
AKP İktidarı bu momentte sivil diktatörlük ve polis devleti yönündeki karşı devrimci hamleleri ve düzenlemeleri aslında, TC’nin transformasyon sürecinin parçasıdır ve TC’nin bölgesel bir karşı devrim merkezi olma yönündeki yeniden yapılanmasının bir göstergesidir. TC’nin içine girdiği yeni süreci başka bir makalede kaleme alacağımdan dolayı burada genel olarak eğilimi ortaya koymak yeterlidir.
Bu süreç Kürt hareketi dinamiği ve Kürt Özgürlük Hareketi açısından son derece riskli, yıkıcı ve altüst edici içeriktedir. TC’nin bölgesel karşı devrim merkezine dönüşmesi demek, Kürt dinamiğinin tasfiyesine odaklanmak anlamına gelmektedir.
Bu konuda devrimci komünistlere önemli görevler düşüyor. Bu da Kürt Özgürlük Hareketi’ne güven vermek ve birleşik devrimci savaşın zeminlerini örmekle, yani batı yakasında sınıfın yıkıcı devrimci enerjisini açığa çıkarmakla ancak gerçekleşebilir. Kürt Özgürlük Hareketi Kürt halkının ulusal enerjisini en üst boyutta açığa çıkardı. Bu enerjiyle Kürt halkı Ortadoğu denkleminin ayrılmaz parçası, Kürt Özgürlük Hareketi ise hem bölgesel bir güç, hatta küresel jeopolitikte hesaplanması gereken bir faktör haline geldi.
Bugün tarihsel fırsatlar ve diyalektiğin muhteşem bir şekilde kendini dışa vurması ile karşı karşıyayız.
En başta tarihin gördüğü en kirli savaş, kendi paradoksunu yarattı. Köyleri yakılan, sürülen Kürtler metropollere göçtü. Demografik yapıda önemli altüst oluşlar yaşadı.
Artık başta İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Mersin gibi iller yeni Kürt kentleri olarak ortaya çıktı. İstanbul’da, Diyarbakır ve Erbil’in toplamından daha fazla Kürt yaşıyor. Tahmini rakam 3,5-4 milyon Kürt’ün yaşadığıdır. Diğer illerde 800 ile 1 milyon civarında Kürt yaşamaktadır. Ve metropollere göç devam ediyor.
Bu yönün dışında yine kapitalizmin vahşiliğinin ve yıkıcılığının bir yansıması olarak, metropollere sürülen Kürtler’in sınıfsal profillerinde ilginç bir tablo oluştu.
Hızlı bir proleterleşme süreci yaşayan Kürtler batı yakasında azımsanamayacak oranda bir proleter nüfusu oluşturuyor. Batı yakasında hızlı ve yoğun proleterleşme sonucu ampirik verilere göre 4 milyonun üzerinde Kürt işçi var. Kısacası Kürtler işçileşiyor, işçiler Kürtleşiyor.
Kürdistan coğrafyasında 2 milyon mevsimlik işçinin (4-6 ay arasında Ege’ye, Karadeniz’e, Çukurova’ya çalışmaya giden) ya da yarı-proleter kesimin olduğu biliniyor. Ayrıca yine ampirik verilere göre Kürdistan coğrafyasında 1 milyona yakın işçi olduğu var sayılıyor.
Bu tablo devrimcilerin önüne müthiş olanaklar koyuyor. Devrimci bir sınıf çalışması, batı yakasında sınıfsal enerjinin açığa çıkarılması, aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi’yle ve Kürt halkıyla bütünleşme ve kaynaşma, birleşik devrimci savaşı örme anlamına geldiği ortadadır.
Kürt hareketinin bir alt sınıf hareketi olduğu düşünülürse, böylesi bir çalışmanın hem sınıf dinamiklerini tetiklemesi ve enerjisini kristalize etmesi yanında, hem de yarattığı sosyal anafor ya da mıknatısla Kürt halkıyla bütünleşmesinin yolları açılmaktadır.
Ancak böylesi bir çaba ve bu yöndeki sarsıcı örnekler güven sorununu ortadan kaldırdığı gibi, Kürt Özgürlük Hareketi’nin temel  ihtiyaçlarını karşılanabilir. Oluşacak rezonansın ve füzyonun yıkıcılığı ortadadır.
Anadolu topraklarında  fay hatlarının kırılması, Kürdistan topraklarının bütününde batı, güney ve doğu Kürdistan’da hissedilmesi, hatta bir ön Asya sarsıntısı oluşturması ya da ön Asya devrimi olduğu unutulmamalıdır.
Bu sarsıntının içinden geçtiğimiz yüksek konjonktürün etkisiyle Avrupa’nın Akdeniz havzasını sarması yüksek bir olasılıktır. Yunanistan’da yaşanan uzun süreli ayaklanma hali böylesine bir fay hattının kırılmasıyla, olağanüstü boyutta bölgesel bir enerjinin açığa çıkmasına yol açabilir.
Ortadoğu Devrimci Çemberinin Anadolu topraklarında ve bölgede zeminleri artık her boyutta mevcuttur.
İstanbul Ayaklanması bir laboratuvar ve prova olarak yeni dinamikleri ve eksiklikleri ortaya çıkardı.
Yukarıda bahsettiğimiz eksikliklerin aşılması, devrimin güncelliğini yaratacaktır.
Küresel düzeyde Anadolu toprakları devrimin imkanı için en hazır coğrafyadır. İstanbul Ayaklanması bunu gösterdi. Aynı zamanda yetersizliklerini de gösterdi. Devrimci siyasal öznenin varlığı ve örgütlülüğü, işçi hareketinin örgütlülüğü ve mobilizasyonu ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin devrimci enerjisi Avrupa’nın güneyinden, Ön Asya’yı kapsayacak bir bölge devriminin kapılarını açacaktır. Tarih devrimden, isyandan, ayaklanmadan yanadır.
Bu imkansız gibi görünen şey aslında devrimciliğin tanımını ortaya koymaktadır. Evet devrimcilik, “gerçekçi olup, imkansızı istemektir”. Bu istemek fiilinde yapmak yani praksis gizlidir. Che’nin bu sözleri hiç bu kadar anlamlı ve manalı olmadı.
Evet devrim göz kırptı.
Şimdi devrimci komünistler olarak ısrarla, inatla, kararlılıkla devrimin imkanını aramak ve yaratmakla yükümlüyüz. Bu tarihin, geçmiş kuşakların, bugünün ve geleceğin bize yüklediği bir görevdir.
İsmet Özel’in dediği gibi “Evet İsyan”…

...
Ay vurunca çatlatır göğsümdeki mahşeri
çünkü kavganın göbeğidir benim yerim
canlarım, kollarında Parti pazubentleri
dik başlar, erkek haykırışlarla
göndere, en yukarlara çekiyorlar
en yukarlara çatlıycak kadar aşkî yüreklerini. 
Ben merd-i meydan
yani toprağın ve kanın gürzü
güllerin bin yıllık mezarı bendedir
yukardan bakarım efendilerin pusatlarına
insanların bütün sabahlarını merak ederim
gök hırpalanmaktadır merakımdan
ıtır kokan benim yumruklarımdır
benim kavgamdır o, aşk diye tanınan.

GEZİ İSYANI YAZILARI-5

Metin Özuğurlu, Gezi Direnişi’ni değerlendirdi: “Devrime hasret kalmış insanlık ve siyasetini arayan halk sınıfları…”

Gezi Parkı isyanının sınıfsal karakteri, görünümü, nedenleri ve olası sonuçları, direnişin kurumsallaşması; sosyalist solun ve Kürt Hareketi’nin direnişten çıkarması gereken sonuçlar üzerine söyleşilerimiz sürüyor. Prof. Dr. Korkut Boratav ve Yalçın Bürkev’in ardından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Prof. Dr. Metin Özuğurlu’yla konuştuk
Gezi Parkı’na saldırının ardından yaşanan direniş, sınıfsal bir karşı koyuştan çok orta sınıf isyanı görüntüsü taşıyor. Bunun nedenleri ve olası sonuçları konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Metin Özuğurlu: Bir toplumsal ilişki olarak sermayenin gündelik yaşama doğrudan ve derinlemesine nüfuz ettiği günümüz koşullarında, yaşam tarzına göndermede bulunan çoklu kod ve sembollerle yürüyen bir büyük halk ayaklanmasını “sınıf dışı” görenlere #direngerçek dışında ne denir? Adaletsizliği ve eşitsizliği meşru kılan zırhın parçalanmasına ve ahlaki öfke patlamasına neden olan olay, kentte ortaklaşa paylaşılan bir toprak parçasının sermayeleşmesine karşı başlatılan direnişin hoyratça bastırılması değil midir? Sorudaki imasıyla eğer bir “orta sınıf” yada “yeni küçük burjuvazi” aranıyor ise bakılacak yer gelişmiş kapitalist coğrafyada 1968’lerde vuku bulan yeni toplumsal hareketler olabilir. Zira ücretli çalışanların “zenginleşmesi”, “orta sınıflaşması”, refah rejiminin dolaysız bir ürünüdür. Kapitalizmin neoliberal evresi, büyük bölüklerini profesyonel meslek gruplarının oluşturduğu “orta sınıfları” son 30 yıldır hallaç pamuğu gibi atmaktadır; meslek/emek değersizleşmiş, yeniden üretim koşulları metalaşmış ve toplumsal konum yeniden proleterleşmiştir. Bu genel sürecin Türkiye’deki gerçekleşme biçimlerinin taşıdığı özgünlükler, 2013 Büyük Halk Ayaklanmasını tabi ki koşullandırmıştır.
Çapulcu isyanı ile 68 Dalgası arasında tabi ki benzerlikler mevcuttur; ama unutmayalım ki gelişmiş kapitalist coğrafyada 68’liler, ömrü hayatın öngörülebilir ve bilinebilir bir kalıba oturmuş olmasına ve neticesinde gündelik yaşam örüntülerinin aşırı rutinleşmesine isyan ettiler. İsyan; refah rejimi koşullarında, istihdam ve çalışma ilişkileri temelinde araçsalcı akılla düzenlenmiş bir toplumsallığa dönük idi. Çapulcu isyanının vuku bulduğu toplumsallık bununla bir midir?
Kentlileşmiş toplumun tamamına yakını emek gücünü satarak, bir bölümü de kendi ve hane emek gücünü sömürerek yaşar olmuş; ortaklaşa paylaşılan varlıklar (kamusallıklar) erimiş; emeğin yeniden üretim koşulları bütünüyle metalaşmış; gündelik yaşamı sürdürebilmek nakit para teminine bağlanmış… Özet? Özetle, işgücü piyasasındaki ahvalimiz şu hayattaki kaderimiz haline gelmiş. İşgücü piyasasında yetiye göre iş yok; iş olduğunda da eğitim ve vasıf seviyenden bağımsız olarak güvence yok; tam da bu nedenle insan onuruna yaraşır bir çalışma ortamı yok! Ben sendikacılık tarihinin iyi bir öğrencisi olmaya çalışırım; bugüne kadar bu tarih içinde “onurumu korumak için sendikalaşıyorum” dendiğine rastlamadım; ama bu topraklarda son 5 yıldır bu gerekçeden başka bir sendikalaşma gerekçesi duyulmaz oldu. Bir insana kesintisiz bir şekilde meta muamelesi yapılmasından daha onur kırıcı ne olabilir? İnsanı, varlığı itibarıyla güvencesiz kılmak, öz-saygısı üzerinde hoyratça tepinmek daha az mı onur kırıcıdır? Mülksüzler bakımından piyasa gerekleri, boğucu bir kapandan başka nedir ki?
Üstelik son yirmi yılda küresel ücretli emek havuzu ikiye katlanmış durumdadır; bir de buna ücret seviyelerinin belirlendiği ölçeklerin küresel seviyedeki akışkanlığını ilave edin. AKP, ülkenin neoliberal küresel nizama derin entegrasyonunu gerçekleştiren parti olarak, “sosyal damping” diye cilalanan mutlak yoksullaşma sürecinin ve de güvencesizleşmiş yaşamın baş müsebbibidir. AKP bakımından buna bir de piyasanın kendinde adaletsizliğinin cemaatçi-klientalist ilişki ağlarıyla “kısmete” tahvil edilişini ekleyin. Üstüne de her yere, bu arada geleceğe de hükmeden bir lider kültü kondurun. Tamamlayıcı olması bakımından buna bir de bu topraklara dayattıkları din referanslı toplum örgütlenmesini giydirin; tabi ki, küresel piyasa tanrısı ve çokuluslu firma kardinalinin gereksinimlerine tabii olan cinsinden.
AKP, kendi dünya görüşünü ülkenin siyasal sistemine kaynaklık edecek temel norm olarak dayatıyor. Tabi oportünistçe yapıyor bunu; paralel toplum inşasına girişmiş toplum mühendisliği marifetleri, algı yönetimine dönük piar çalışması şeklinde lanse edilebiliyor. AKP’nin “ben norm’um” şeklindeki bu büyük zorlayıcı çağrısı, AKP’nin çekirdeği dışında kalan büyük çoğunluk bakımından, çok da doğru bir şekilde, şöyle duyuluyor: Ya boyun eğ ve biat et ya da bu topraklarda yok hükmündesin! Sözü edilen koşullardaki bu hükmedici çağrıyı, açık ve dolaysız bir haksızlık olarak kodlayarak, ahlaki öfkesini akıtacak isyan kanalları arayacak olanların, genç, eğitimli, vasıflı kadın ve erkek kentliler olması, sürpriz sayılmamalıdır.
Tam da yukarıda sayılan nedenlerle bu Büyük Halk Ayaklanması, eşitlik ve özürlüğün bir sarmal gibi iç içe olduğu inancını yeniden ve güçlü bir şekilde tarih sahnesine sürmüştür. Haziran Ayaklanmasını dünya çapında bir olgu kılan hususun bununla ilişkili olduğu kanısındayım. Son dört asır içindeki gerçek toplumsal devrimlerin, devrim momentumuyla sınırlı da kalsa, tümünde mevcut olan bu özellik, üçüncü bin yıla Anadolu topraklarındaki bir toplumsal kalkışma ile taşınmaktadır. Özgürlük ve eşitliğin ayrıksı doğalara sahip olduğu şeklindeki liberal tez, bu büyük halk ayaklanmasıyla güçlü bir şekilde yadsınmıştır. Halkın öfke patlamasına eşlik eden estetik ve sanat patlaması ise bize insanlığın devrimlere ne denli hasret kaldığını göstermektedir.
Bu direnişin kurumsallaşması, ikili iktidar durumunun yaratılması için neler yapılabilir?
Bu soruyu Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ortamın özelliklerini ortaya koyarak tartışabiliriz: Öncelikle Türkiye, emperyalizmin küresel nizama yeniden ve derin entegrasyonu maksadıyla siyasal rejim revizyonuna tabi tutulmuş bir ülkedir. AKP, revize ettiği rejimi konsolide etmek yerine yasallık ve meşruiyet sınırlarını açıkça ihlal ederek yeni bir rejim arayışına yönelmiştir. Bir bakıma düzenin kendi parametreleri bakımından da bir “ikili iktidar” durumu ortaya çıkmış, iktidar bloğu çatlamıştır.  Üstelik bu ülke, küresel ekonomiye derin entegrasyon maksadıyla yerinden oynatılan ancak –ortada şahlanmış bir küresel ekonomi de kalmayınca- nereye konacağı henüz meçhul olan bir ülkedir. İşte Büyük Halk Ayaklanması bu ortamda vuku bulmuş ve daha baştan AKP’nin yeni rejim inşası girişimi boşa çıkmıştır. Merkezinde ‘İstanbul Dukalığının’ yer aldığı hakim sermaye bloğu; çok-kültürlülük, yönetsel merkezsizlik ve piyasacılık ilkeleri temelinde revize edilen mevcut rejimi pekiştirecek yeni bir siyasi aktör arayışını hızlandırmıştır. Öte yandan, Haziran Ayaklanması hakim sınıf bloğunun iktidar seçenekleri konusundaki hareket alanını da önemli ölçüde sınırlandırmış durumdadır.
Siyasal sistem bakımından, yürütmenin yasama ve yargı erkini soğurduğu malum burjuva çözümün Erdoğan’la yürümeyeceği anlaşıldı, ama onsuz yürüme şansı da kaldı mı? Gezi Direnişi, yürütmenin güçlendirilmesi şeklindeki sermaye modeline karşı güçlü bir yanıt üretmiştir; halk egemenliğini dolaysız olarak işler kılan doğrudan demokrasi olanakları, başta bu ülkenin metropol kentleri olmak üzere ülke sathında ardına kadar açılmıştır. Aynı şekilde başta %10’luk baraj ve lider sultası olmak üzere parlamentoyu işlevsiz kılan düzenleme ve uygulamaların meşruiyet temelleri de güçlü bir şekilde sarsılmıştır.
Başta da söz ettim, memleketin bir de son derece önemli bir siyasal rejim sorunu bulunuyor. Rejim sütunları belirgin bir memlekette ikili iktidar olanağını tartışıyor değiliz. Anayasa’da yazıldığı şekliyle laik,  üniter ve sosyal hukuk devleti karakterine sahip bir rejim altında yaşamadığımızı nicedir biliyoruz. Her üç sütun da sermaye programı doğrultusunda revize edildi, lakin revize edilmiş biçimi henüz yerleşiklik kazanmadı. Üstüne üstlük AKP de açıkça, medeni, sosyal, siyasal ve hatta iktisadi hak yada ilişki alanlarının düzenlenmesinde dini meşru bir referans olarak gördüğünü -tabi ki siyasi oportünizme bulayarak – ilan etmiş bulunuyor. Haziran Ayaklanması halkın bu olguyu net bir şekilde bilince çıkardığını göstermiştir.  Rejimin üniterlik ilkesi, egemenliğin biçimi ve ölçeği ile ilişkilidir ve bu ilkenin “karşılıklı bağımlılık”  ve “yönetsel merkezsizleşme” adı verilen fenalıklar yoluyla revizyona tabi tutulduğu malumumuzdur. Sonuçta ulus ölçeğindeki egemenlik ulus-ötesi ölçeklere kayarken, “idari merkezsizleşme” adıyla da yerel iktidar bloklarının inşası ve çokuluslu sermayenin yerelliklere dolaysız nüfuzu amaçlanmıştır. Büyük Halk Ayaklanması bu gidişatı da boşa çıkarmış, halk egemenliğinin her siyasi ölçekte doğrudan demokrasi (isteyen katılımcı demokrasi de diyebilir) yoluyla tesisinin olanaklarını yaratmıştır. Rejimin üçüncü sütununda yer alan sosyal devlet ilkesi, iktidar bloğunun tam bir mutabakatla 1980’den beri tasfiyeye yöneldiği bir sütun olarak, yerini epeydir piyasa despotizmi eşliğindeki yoksulluk yönetimine bırakmış durumdadır. Uygulandığı her coğrafyada iflas etmiş bulunan bu ilkenin Gezi Direnişinde açığa çıkan norm ve değerler karşısında hiçbir şansı yoktur.
Toparlamak gerekirse, kanımca Haziran Ayaklanması siyasal rejim düzleminde asgari bir programı nesnel olarak ortaya koymuştur. Bir bakıma belki “Ne Yapmalı?”nın değil ama “Nerede Yapmalı?” sorusunun yanıtı artık belirgindir. Bunun ilki, güçlendirilmiş seküler hakikat rejimi temelinde kültürel aidiyetlere özgürlük ve inanç serbestisidir. İkincisi, farklı ölçeklerde doğrudan demokrasi mekanizmalarıyla halk egemenliğinin tesisi ile halk sınıflarının kendisini içeride egemen dışarıda ise bağımsız bir statüde (ki bu modern ulus tanımıdır) örgütlemesidir. Bir diğeri, çalışma ve istihdam temelinde örgütlenmiş kapsayıcı sosyal koruma ile meta-dışı alanlarda insanca yaşam olanaklarının varlığıdır. Bütün bunların temeline de kuşkusuz hukuk düzlemi ile ilgili düzenlemeler yer alacaktır.
Sosyalist solun ve Kürt Hareketi’nin direnişten çıkarması gereken dersler nelerdir?
Sosyalist sol, memleketinde mülteci haletiruhiyesinden artık topyekun kurtulmalı, bu toprakların çocukları olduklarının bilinci ve özgüveniyle davranmalıdır. Neoliberal gündem küresel ölçekte çökmüş, siyaset sarkacı yön değiştirmiş ve işçi sınıfı sosyalizminin tarihsel birikimleri ile güçlü ve olumlu bir etkileşime açık hale gelmiştir. Dolayısıyla, “neoliberal sermaye saldırısına karşı direnme” şeklinde, basmakalıp bir rutine de oturmuş bulunan görev tanımları terk edilmelidir. İçinde bulunduğumuz dönem, bütün bir halkın sevk ve idaresinin gerekleri üstüne kafa yormayı şiddetle gerektirmektedir.  Sosyalist sol, “kitlesini arayan olgun siyasal örgüt” davranış tarzını terk etmeli, “siyasetini arayan halk sınıflarının” bu arayışı içinde kendi örgütselliğini yeniden inşaya girişme cesareti gösterebilmelidir.  Haziran Ayaklanmasının barikat ruhu, umarım, sosyalist solun kendi iç ilişkilerine de damgasını vurur: Önceliği faşizmle mücadeleye veren; bu mücadelenin dolaylı sonuçları olarak kendi iç tartışmalarını yürüten ve fakat iç mücadeleyi hiçbir durumda barikatı zaafa uğratacak düzeye taşımayan bir hukuktur bu.
Büyük Halk Ayaklanmasının kod ve sembollerindeki yaratıcılık, estetik ve zeka bileşimi, hem son derece güçlü bir meşruiyet zemininin, hem de muazzam geniş bir hegemonya çeperinin nedeni ve sonucu oldu. Bilindiği gibi sol kültürde, kod ve semboller gibi göstergelerden kalkarak siyasal tanı koymak son derece yaygındır. Barikatlarda terk edilen bu indirgemeci anlayış, umarım, bir daha hortlamaz. Yeri gelmişken Atatürk ve Türk Bayrağı imgelemlerinin halkımızın bilişsel haritasındaki yerine de değinmek gerekir. Bu topraklarda seküler hakikat rejimine ve halk egemenliğine ait kod ve sembollerin tamamına yakınında, Atatürk ve Ulusal Bayrak imgelemi vardır. Toplum indindeki bu yaygın dünya görüşünü “folk-Kemalizm” terimi ile adlandırabiliriz. Folk Kemalizm; Aydınlanmacı ve modernleşmeci akımların bu topraklardaki yaygın gerçekleşme biçimidir. “Bağnazlıktan, yobazlıktan uzak dur! Müspet bilim ve sanatla iştigal etmek suretiyle kendine, ülkene, insanlığa faydalı bir birey ol!” öğütleriyle nesilden nesle aktarılmıştır. Sosyalist solun olduğu kadar Kürt siyasal hareketinin de bir dönemin devlet ideolojisi olarak “Kemalizm” ile “folk-Kemalizm” arasında ayrım yapması, ittifaklar sorununun doğru bir şekilde ele alınması bakımından zorunluluktur.  Haziran Ayaklanması karşısında siyasi iktidarın ilk ciddi adımı, hiç kuşku yok ki AKM’nin ele geçirilme hamlesi olmuştur. İlk ciddi adımın, Büyük Halk Ayaklanmasının zemininde yer alan folk-Kemalizm’in sembollerini ele geçirmeye dönük atılmış olması sebepsiz olmasa gerektir.