
Söyle ağrılar yadigârı kardeş
İnkılap, devrim demek. İnkılap dal, devrim dalı. İnkılap Dal’a amansız hastalığına
rağmen cezaevinden çıkartmayanların, yurtdışına çıkması için pasaport
vermeyenlerin, O’nu göz göre göre ölüme gönderenlerin niyeti bu olsa gerek:
Devrimin dalını kırmak, devrimin yeşermesini, filizlenmesini önlemek. Zaten 12
Eylül neden yapıldı ki? Kolumuzu, kanadımızı kırmak için değil mi? Bunu
başardılar da. İnkılap Dal’ı kırdılar. Dal gibi delikanlıyı, bir deri bir kemik
yığına çevirdiler.
İnkılap Dal, devrimci hareketin Ege köylüleri ile kurduğu bağın simgesiydi. 12
Eylülcülerin ilk işlerinden birisi oldu, devrimcilerle halk arasındaki bağı yok
etmek. Bu yüzden dallar budanmalıydı ilk adım itibarıyla, sonra sıra gövdeye
gelecekti. Onu da başardılar; gövdeye vurmaya başladılar. Niyetleri köke kadar
inmekti. Kökü tutunduğu topraktan çekip alacaklar, kökü besleyen damarları
keseceklerdi. İşte, bunu başardılar mı bilinmez. Her türden yorum yapılabilir
solun şimdiki durumuna ilişkin, herkes farklı kriterleri baz alabilir.
İnkılap Dal’ın terini akıttığı toprakların, Akhisar ve köylerinin, İnkılap Dal’ın
arkadaşları tarafından kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ne gösterdikleri
ilgi, diğer bölgelerle kıyaslandığında gönüllerinden daha fazla oy düşmesine
bakılırsa, damarı kesmeyi başaramamışlar.
AKHİSAR’IN TÜTÜNÜ
Yine sararacak Akhisar’ın tütünü, yeniden salkım verecek üzümü. Çünkü teri ve
emeği var İnkılap Dal’ın her karış toprağında. 1960 yılında doğdu İnkılap Dal.
Tam bir köy çocuğu gibi büyüdü. Babası öğretmendi; köy öğretmeni. Akhisar’da
ayak basmadığı, başını okşamadığı, alfabeye ve hayata dair bir şeyler
öğretmediği köy çocuğu kalmamıştı. İnkılap Dal bilge bir köy delikanlısıydı.
Tütünlerin arasında felsefe kitapları devirirdi. Tütünün yeşilden sarıya
çalışının sırrını çözmüştü.
Tütün üreticilerinin ve üzümcülerin kaderinin nasıl değişeceğinin biliyordu.
Babasının üye olduğu Töb-Der, Halkevi ve Ege Tütün Üreticileri Sendikası’ndan
çıkmazdı. Çözdüğü bir başka sır da buydu. Kader birliği yapmanın zorunluluğunu
anlaşmıştı. Tütün yaprağı değil, balya olmak önemliydi; üzüm tanesi değil salkım olunmalıydı.
Elbette hayatın sırrını çözenlerin başına gelen ne varsa İnkılap’ın da başına
gelmeye başlamıştı. İlk gözaltına
alınması, ilk tutuklanması, ilk yargılanması tütün üreticileri örgütlülüğünün
bekası adınaydı. İlk kez gördüğü işkence sırasında attığı çığlıklar tütün
üreticilerinin kulağına kadar geldiğinde, artık İnkılap Dal bölgenin tanınmış
devrimcileri arasındaydı. Akhisar’da kuş uçsa (kuşlama yapılsa da diyebiliriz),
Akhisar’da tek bir silah patlasa polisler cümbür cemaat evlerine üşürürdü. Lise
yıllarında hakkında verilen ve sonra tecil edilen 2,5 aylı k ceza, 12 Eylül’ün
gelmesiyle birlikte yeniden yargılanmasına neden oldu. Dava sıkıyönetim
esaslarına göre yeniden görülecekti. Dosyası, Ege Devrimci Yol davası ile
birleştirildi. Eh ne de olsa, kader birliği yapmak yanlısıydı İnkılap, öyle tek
başına yargılanmak okuduğu felsefe kitaplarına pek uymuyordu. Yüzlerce sanıklı
davada yargılanmak, yüzlercesiyle aynı koğuşu paylaşmak, hayatı paylaşmak
anlamına gelecekti.
Tutuksuz olarak yargılandığı sırada üniversite sınavına girdi ve Hacettepe
Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü kazandı. Bu sırada dava sonuçlandı, 5 yıl hapse
mahkum edildi. Okulunu bitiremedi ama zaten başlamadan devirdiği felsefe
kitapları hayatı algılama, anlama ve yorumlamanın üniversite eğitimi dışında
özellikler ve zeka gerektirdiğini söylemiyor muydu? Tütün tarlalarının
öğrettiğine, cezaevinin öğreteceklerinin ilave edilmesine gelmişti sıra. Aydın
Cezaevi’nde başladığı yeni hayatında tek rahatsızlık kaynağı, aldığı 5 senelik
cezaydı. Çünkü koğuşundakilerin hepsi ya idam ya müebbet hapse mahkûmdu. ‘5
seneliğim’ demeye utanıyordu. Dışarıda bile olmayan kitaplar vardı koğuşta.
İdamlık ve müebbetliklerden müteşekkil koğuşlara hâkim dinginlik, İnkılap’ı da
içine çekivermişti. Zaten içine kapanık bir mizacı vardı; bu dinlikte kaybolmak
hoşuna gitmişti. Onunla ilişki kurmak zor değildi ama uygun zaman kollamak
gerekiyordu, iç dünyasına ulaşmak için. Koğuş arkadaşları işkencede direndiğini
öğrenmişlerdi. Ama o konuda konuştuğuna tanık olmamışlardı. Konu açıldığında
gülümseyerek geçiştirirdi. Kahraman değildi, öyle anılmak istemiyordu.
‘İNSANLIK AYIBI’
Ayaklarındaki yaralar koğuş arkadaşlarının dikkatini çekmeye başlamıştı.
‘Önemli değil dışarıdayken de vardı’ diye yanıtlamıştı. ‘Yaradır geçer’
havasındaydı. O’na göre; cezaevi koşullarında biraz fazlalaşmıştı, hepsi o.
Birkaç kere doktora görünmüş, her seferinde ayrı bir teşhis konmuştu. Farklı
ilaç denemelerinden de hiçbir sonuç alınamıyordu. Git gide artıyordu yaralar,
ayaklarıyla da sınırlı değildi artık.
Aydın Cezaevi’nde bulunan tünel sonrasında tutuklulara karşı yoğun saldırı
başlatılmış, tutuklular da buna direnmek için açlık grevine gitmişlerdi.
İnkılap hastaydı ama bir an tereddüt etmemişti arkadaşlarının yanında açlığa
yatmak için. Hastaydı ama henüz kan kanseri teşhisi konmamıştı. Tahliyesine de
az kalmıştı. Bu yüzden süresiz açlık grevi eylemine katılması gerekmiyordu. Ama o, bunun tartışma konusu bile olmasını istememişti.
Kan kanseri olduğunu direniş sonrası öğrendi. Teşhisi Aydın Devlet Hastanesi
koymuştu. Önce cezaevi revirine konuldu. Oradan da İzmir Devlet Hastanesi'ne.
Hastanede mahkûm koğuşu olmadığı için Buca cezaevine geri gönderildi. Kayıtlara
düşmeli, doktorların "Hayati tehlike var, başka koşullarda tedavisi gerekir"
şeklinde bir rapor düzenlemeyi reddettiği. Nasıl olsa Ekim ayında tahliyesi
gelecekti, o saate kadar ölmezdi ya! Aydın Cezaevine geri gönderildi İnkılap.
Arkadaşları konuyu kamuoyuyla paylaşmak istedi. "Siyasi mahkum olmak,
ölüme terk edilmek için yeterli midir?" başlıklı bir yazı kaleme alındı
ama kimse oralı olmadı. Babası Kenan Evren’e başvurmayı, af istemeyi önerdi.
Şiddetle reddetti. Kanseri yeneceğine inanıyordu, belki tersi olur kanser onu
alt ederdi ama Kenan Evren’den af dilemesi mümkün değildi. Hayatını bir çırpıda
yok sayabilir miydi? Tahliye günü gelip çatmıştı. Vaktinden önce
bırakmamışlardı işte. O çıkmaya hazırlanırken, içerde yine bir direnişine
başlıyordu tutuklular. "Biz Can Koyduk, Siz El Verin" başlıklı bir
bildiriyi kaleme almışlar ve İnkılap’tan dışarı çıkarmasını, basına ulaştırmasını
istemişlerdi. Arkadaşları içerde, O, dışarı da ölüm yolculuğuna çıkmışlardı.
Tahliye etmeyerek Onu cezaevi koşullarına mahkûm edenler bu sefer de tedavi
için yurt dışına gitmesine mani oldular. 5 Haziran 1989’da başvurdu pasaporta.
Ses seda çıkmadı. Belli ki kararlıydılar, devrim dalını kopartmaya. Gazetelere
ilanlar verdi arkadaşları, kimi gazetelerde küçük haberleri çıktı. Yeni Asır
gazetesi İnkılap Dal için yaptığı haberi "İnsanlık ayıbı" başlığıyla
duyurdu okuyucularına. Mecbur kaldılar izin vermeye ama artık iş işten
geçmişti. İlk teşhis konulduğunda bırakılsaydı, yurt dışına çıkabilseydi farklı
olacaktı hastalığın seyri. Ama olmadı işte. 22 Ağustos günü Fransa’da gözlerini
kapattığında 30 kilonun altındaydı. Vakti zamanında terini akıttığı Akhisar’ın
tütününe, üzümüne öldükten sonra hayat vereceğini yazıyordu okuduğu felsefe
kitapları. "Söyle ağrılar yadigârı kardeş" Akhisar unutur mu seni?
Birgün / İnönü Alpat
Sevgili Bülent Top bir şiirini göndermiş. Geçen haftaki yazının tamamlayıcısı
olsun diye. Ellerine sağlık.
Gün Olur
Onların filmi çekilir bir gün elbet
zaman geçer
el uzar
onların şiiri yazılır
onların türküsü söylenir dillerde
gün gelir yontularda kıvrılırla
resimlerde gülümser onlar
gün olur, gün gelir
onların filmi de çekilir elbet...