23 Şubat 2014 Pazar

ZORUNLU GÖÇ VE TÜRKİYE'DE NEOLİBERALİZM







Formel proleteryanın direnişi kırarak Türkiye'de neoliberalizme hoşgeldin diyen sermaye ve devlet, şimdi de Kürtleşmiş enformel proleteryanın yaklaşan uğultusuyla karşı karşıyadır: Türkiye varoşlarından tehlikeli bir ses yükselmektedir, ve bu ses de büyük ölçüde Kürtçe'dir.
Erdem YÖRÜK

Baltimore - BİA Haber Merkezi
21 Kasım 2009, Cumartesi

Bu yazıda temel olarak şunu iddia ediyorum: Kürtlerin zorunlu göçü, Türkiye'de neoliberalizmin hem inşasını, hem de başarısını mümkün kılmıştır. Türkiye'de neo-liberalizmin inşası derken, sermaye birikiminin uluslararası üretim, ticaret ve finans ağlarına eklemlenmesi ve devletin de bunu kolaylaştırıcı önlemler alması süreçlerini kastediyorum.
Söz konusu süreçlerin, üretim ve ticarette uluslarası şirketler arasındaki rekabetin, akışkan finans sermayesine erişimde de devletlerarası rekabetin arttığı dünya çapındaki yeniden yapılanmanın bir yansıması olduğu çokça kabul ediliyor. Küreselleşme denilen bu "esnek sermaye birikimi" döneminde Türkiye'de üretim yapan sermaye grupları üretimlerini giderek daha çok taşeron ağları üzerinden gerçekleştirirken, kayıtdışı, ucuz ve örgütsüz emek gücünü kullanarak dünya piyasalarında rakiplerine karşı avantaj yakalamaya çalışıyorlar. Devlet de özelleştirme uygulamaları ile ekonomiyi planlı bir strateji çerçevesinde sermaye gruplarına terk etmeyi seçiyor.

1980 sonrasına ilişkin temel süreçlerden biri bu neoliberal politikalar olsa da aynı dönemde Kürt hareketi bize başka bir tarih hazırlamaktadır. 1980'lerin sonundan itibaren PKK'nin güç kazanması ile yeniden yükselen Kürt hareketi, 1990'ların ilk yarısında yeniden güçlü bir halk hareketine dönüşmüştür.
Hareketin Serhıldan (Başkaldırı) ilan ettiği 1989 ve 1993 yılları arasında, bölgenin hemen hemen tamamı halk ayaklanmaları ve şiddetli çatışmalara sahne olmuştur. Bu dönemde devlet, PKK'ye yönelik halk desteğini engellemek amacıyla tarihteki en kapsamlı yerinden etme uygulamalarından birisini hayata geçirmiş, köy yakmaları ve sürekli artan siyasi baskı sonucu sayıları milyonları aşan Kürt nüfusunu önce doğudaki büyük şehirlere sonra da batı illerine zorunlu göç ettirmiştir.
Pek çoğumuz hatırlamasa da, Kürt hareketinin yükseldiği bu dört yıl aynı  zamanda Türkiye tarihindeki en şiddetli grev dalgasının da yaşandığı dönemdi. 1989 bahar eylemleri ile başlayan, Zonguldak grevi ve yürüyüşü ile ivme kazanan bu işçi militanlığı sürecinde, büyük sanayide çalışan 1.5 milyondan fazla kamu ve özel sektör işçisi greve çıkmış, 1980 darbesiyle budanan haklarını geri almak ve ücretlerini arttırmak için kitlesel ve radikal eylemler gerçekleştirmişlerdi.
Bu eylem ve grev dalgasının Kürt illerindeki ayaklanma ile aynı zamanda yükselmesi, her iki cephede de mücadele etmek zorunda kalan dönemin hükümetlerini oldukça zora sokmuştu. Kürt bölgesinin kontrolünde zorlanan devlet, en azından grev dalgasını frenleyebilmek için ücretleri yüzde ikiyüze varan oranlarda arttırmış, ama işçileri durdurmakta bu da yeterli olmayınca bu sefer Körfez savaşı ve ulusal çıkarlar gerekçesiyle bir çok grevi durdurmuş ya da sendika bürokrasisi ile anlaşmaya giderek grev dalgasını sona erdirmişti.

1990'larda Türkiye'de neo-liberal özelleştirme dalgasının önünün açılması bu eylemlerin bastırılması ile mümkün olmuştu. 1989-1993 yılları arasında, kamuda ertelenen ya da sona erdirilen çoğu grevin hemen arkasından, önce çoğunluğu grevde öne çıkanlardan olan çok sayıda işçi işten çıkarılmış, arkasından da bu kurumlar özelleştirilmişti. Aslında, 1980 müdahalesi ile sol ve devrimci kadrolar ile sendikaların üst kademeleri büyük darbe almis olsa da, 1990'lara kadar formel işçi sınıfının üretimden kaynaklanan gücü, pazarlık kapasitesi ve direniş olanakları, neoliberal projenin gerektirdiği ölçüde yok edilememişti. Dolayısıyla, neo-liberal projenin tam anlamıyla inşası 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi sonrasında gerçekleşememiş, 1980'li yıllar bir hazırlık dönemi olarak kalmış ve ancak 1990'ların ortalarından itibaren proje tam anlamıyla uygulamaya konabilmişti.

Bu bağlamda, esnek sermaye birikiminin, taşeronlaşma ağlarınının, enformal ekonominin ve özelleştirme hamlelerinin hızlı yükselişi  ile Kürtlerin zorunlu göçü ve örgütlü işçi eylemlerinin bastırılması arasında çok belirleyici bir ilişki bulunmaktadır. Zira, ekonomik ve siyasi gücü neoliberal sermaye birikimine engel teşkil eden formal işçi sınıfı, esnek sermaye birikimine olanak sağlayacak Kürt enformel işçi sınıfı ile ikame edilmiştir. Zorunlu göç, devletin Kürt illerindeki hareketi kontrol etmek için uygulamaya koyduğu askeri-siyasi bir tedbir olsa da, aynı zamanda Türkiye tarihindeki en kapsamlı ve en hızlı mülksüzleştirme ve proleterleştirme süreci olmuştur. Batıdaki şehirlere ve özellikle İstanbul ve İzmir gibi metropollere, Denizli, Manisa, İzmit, Tekirdağ gibi sanayi merkezlerine göç ettirilen Kürtler, bu kentlerde çok düşük ücretlerle, güvencesiz koşulların yaygın olduğu iş kollarında çalışmaya başlamışlardır. Bugün batı illerindeki inşaatlarda, konfeksiyon atölyelerinde, yazları tarlalarda çalışan işçilerin; sokaklardaki hamalların, seyyar satıcıların, temizliğe giden kadınların büyük bir kesimini 

Kürtler oluşturmakta, bu insanlar kayıtdışı ekonominin yükünü omuzlamaktadırlar. Zorunlu göç ile kentlere getirilen Kürtler, esnek sermaye birikiminin ihtiyaç duyacağı pazarlık gücünden yoksun, her işte çalışmaya hazır, mülksüzleşmiş işçi arzını büyük oranda artırmıştır.
Bu işçi arzı  olmadan Türkiye'de esnek sermaye birikimi ve neo-liberalizmin inşası çok daha farklı bir seyir izlemek zorunda kalacaktı demek tarihsel bir spekülasyon olmaz. Türkiye, kendi klasmanındaki diğer ülkelere kıyasla neo-liberal küreselleşme sürecinde çok daha yüksek bir performans sergiliyorsa, 2008 yılında inşaat sektöründe dünya üçüncüsü, konfeksiyonda dünya dördüncüsü olabiliyorsa, bunu zorunlu göçün sağladığı ucuz maliyetli emek arzını düşünmeden açıklamak çok zordur. Neo-liberalizmin Türkiye'deki başarılı uygulamasını uygun ekonomik program ve stratejilerin çizilmesi ile, niyet ile, amaç ile, IMF'nin ve Dünya Bankasının ilkelerinin benimsenmesi ile açıklamak yeterli değildir. Bu "uygun akıllara" riayet eden başka birçok ülke Türkiye'ye kıyasla "başarısız" olmuştur. Ancak Kürtlerin zorunlu göçü, Türkiye'de sermayeye taşeron ağlarını doldurup taşıracak kadar yoğun, güvencesiz ve ucuz emek arzı hediye etmiş ve dolayısıyla, neoliberal stratejinin maddi koşulları inşaa etmiştir.
Dolayısıyla, zorunlu göçün sonuçlarından bahsederken Kürtlerin kentlerin çeperlerinde yoksul ve muzdarip bir hayata itildiklerini vurgulamak yeterli değildir. Kentin reel ekonomisinin büyük bir kısmı enformel sektörde ve taşeron ağlarında dönerken, ve de Kürtlerin büyük kısmı da bu ekonomi içinde düzensiz ve kayıtdışı emek süreçlerinde yer alırken, zorunlu göçün neticelerini sınıfsal parametrelere başvurmadan anlamak imkansız olacaktır. Gerçekte zorunlu göç 

Türkiye'nin sınıfsal yapısını kökünden değiştirmiştir: Kürtler işçileşmiş, işçi sınıfı da Kürtleşmiştir.

1990'lara kadar yapısal gücünü hala koruyan formal işçi sınıfının direnişinin kırılması ve zorunlu göçün Kürtleşmiş bir enformal proletarya yaratması, Türkiye'de neoliberal sermaye birikimi sürecinin inşasını ve başarısını mümkün kılmıştır. Fernand Braudel'in dediği gibi, kapitalizme can veren en önemli özelliği onun esnekliği, yani değişen siyasi ve yapısal koşullara adapte olabilme ve bu koşulları avantaja çevirebilme kapasitesidir. Türkiye'de de sermaye bu esnekliği gösterebilmiş, devlet eliyle yepyeni ve upucuz bir işçi sınıfı yaratmıştır.
Ancak, hikaye böyle bitmiyor: Varoşlarda mekan bulan bu yeni işçi sınıfı, yine 1990'lardan itibaren siyasi bir aktör olarak, devlet için bir tehlike olarak kendini ortaya koymaya başlamıştır. Gazi Mahallasi, 1996 Kadıköy 1 Mayısı, İstanbul'da yüzbinlerin katıldığı Newroz'lar, ara ara yakılan arabalar ve İstanbul'un birçok varoşunun girişinde her gün polis panzerlerinin nöbet tutması bu tehditin emareleridir.
Bugün, Meksiko, Karaçi, Bombay, Manila, Cakarta gibi birçok üçüncü dünya metropolüne benzer şekilde, İstanbul'da da varoşlar etnik ve sınıfsal gerilimlerin, Mike Davis'in deyimiyle, ne zaman ve nerede patlayacağı tahmin edilemeyen birer volkana dönüşmeye başladığı mekanlar olmaktadırlar. Formel proleteryanın direnişi kırarak Türkiye'de neoliberalizme hoşgeldin diyen sermaye ve devlet, şimdi de Kürtleşmiş enformel proleteryanın yaklaşan uğultusuyla karşı karşıyadır: Türkiye varoşlarından tehlikeli bir ses yükselmektedir, ve bu ses de büyük ölçüde Kürtçe'dir.(EY/EÜ)
* Erdem Yörük, Johns Hopkins Üniversitesi, Sosyoloji.

KUNDURACI ÖYKÜLERİ 1



 TATLI KAÇIK

                    

  1.öykü          Bertolt Brech                                                                                                          

 

Büyük babam öldüğü zaman, büyük annem yetmiş iki ya­şında idi. Büyük babam, ölümüne dek, Baden eyaletindeki bir kasabada, iki üç yardımcısı ile birlikte, sahip olduğu küçük bir litografya atölyesinde* çalışmıştı.

Büyük annem ise, oturduk­ları eski evi, yanma yardımcı almadan çekip çevirir, evdeki er­keklere ve çocuklara yemek yetiştirmek için uğraşıp dururdu.


Büyük annem ufak tefek, gözleri kertenkele gözü gibi fır fır dönen, ince yapılı, hareketli bir kadındı; yalnız konuşması yavaştı. Eline geçen çok az bir para ile, doğurduğu yedi ço­cuktan beşini yetiştirip büyütmüştü. Bütün bunlar onu çökert­miş, yaşlı yıllarında sanki daha da küçültmüştü.

Çocuklardan iki kızı Amerika'ya yerleşmişlerdi. İki oğlu da yine.baba evinden ayrılmış, kendilerine ayrı ev açmışlardı. Kasabada yalnız, biraz hastalıklı, zayıf bünyeli olan küçük oğ­lu kalmıştı. Bu da, küçük bir yayınevinde çalışarak, kazandığı para ile kalabalık ailesini geçindirmeye çalışıyordu.


Böylece, büyük annem, kocasının ölümü ile evde yapyal­nız kalmıştı.

Çocuklar birbirlerine, annelerini konu alan mektuplar yaz­maya başladılar: Şimdi yaşlı analarının hali ne olacaktı? Oğul­lardan biri, onu yanma almak istiyordu. Yayın işleri ile uğra­şan ise, çoluğunu, çocuğunu toplayıp annesinin evine yerleş­meyi düşünüyordu. Fakat, yaşlı kadın, bu önerilerin hiçbirine kulak asmadı. Her biri kendisine, bütçesini sarsmayacak bir pa­ra yardımında bulunsun, bu yeterdi. 

Babalarının, modası geç­miş baskı atölyesinin satışından ele geçen para, ancak kalan borçları kapamaya yetmişti.

Annelerinin böyle tek başına yaşamasına gönülleri razı ol­masa da, onun direnişi karşısında, çocuklar bu isteğe boyun eğdiler ve ona her ay para yollamaya başladılar. Nasıl olsa, yayınevinde çalışan kardeşleri annelerinin oturduğu kasabada yaşıyordu.


Bu kardeşleri, her birine, zaman zaman yazarak anneleri hakkında bilgi vermek görevini de üzerine almıştı. İşte bu am­canın babama yazdığı mektupları okuduktan; onun büyük an­neme yaptığı bir ziyaret sırasında tanık olduklarını duyduk­tan; bir de, büyük annemin iki yıl sonraki cenaze töreninin er­tesinde söylenenleri öğrendikten sonradır ki, ben, onun son iki yılını nasıl geçirdiği hakkında geniş olarak bilgi sahibi oldum.


Öyle anlaşılıyor ki, oldukça büyük olan ve kimi odası boş duran evine, annesinin onu ve ailesini almaması, kasabada ka­lan amcayı, ta başından, iyice gücendirmişti. Dört çocuğu ile, üç odalı bir evde yaşıyordu. Annesi, bütün bunları sanki hiç bilmiyordu; zaten bu oğlu ile ilişkisini hemen tümü ile kesmiş­ti. Yalnız çocukları pazardan pazara, ikindi kahvesine davet ediyordu, işte o kadar..


Oğlunu ancak, iki üç ayda bir görmeye gidiyor ve eğer tam bu işin üstüne gitmişse gelinin reçel kaynatmasına yardım­cı oluyordu. Gelininin söylediklerine bakılırsa, bu işleri görür­ken, kaç kez, evin darlığından yakınmış, darlıktan sıkıldığını söylemişti. Bu satırları yazarken, yayınevi işçisi amca, tüm­cenin sonuna bir kaç tane ünlem işareti koymaktan kendini alamamıştı.

Bir mektubunda babam, iyi ama, bu yaşlı halinde kadın­cağız vaktini nasıl geçiriyor, diye sormuş, kısaca, sinemalara gitmekle, yanıtını almıştı. Sinemaya gitmek, o zamanlar, ola­ğan sayılan işlerden değildi, hele kendi çocukları için. 

Otuz yıl öncelerinin sinemasını, bugünküler gibi, gözümüzün önüne ge­tirmemek gerekir. Sinema oynatılan yerler, çoğunlukla berbat, havasız bodrum katları idi. Bunların çoğu, «Kegel» oynanan salonlardan dönüştürülmüştü. Giriş kapılarının iki yanma, gö­ze batan renklerle boyanmış cinayet, ya da aşk sahnelerini gös­teren boy boy resimler asılırdı. Sinemaların ziyaretçileri, he­men her zaman, yalnız gençler, ya da karanlık yerleri seven sevgililer olurdu. Tek başına sinemaya gidip de film seyre­den yaşlı bir kadın, kuşkusuz, dikkatleri üstüne çekecekti.

Bu sinema ziyaretlerinin bir başka yönü daha vardı: Giriş ücretleri, gerçi pek yüksek değildi, değildi ama, sinemaya gitmek «eğlence Faslı»na giriyordu; eğlenceye harcanan para ise «sokağa atılmış para» sayılır ve bu türlü para harcayanlar ayıplanırdı.


Bütün bunlara bir de, büyükannenin yalnız oğlu ile değil,, kasabadaki tüm tanıdık ve yakınları ile de hemen bütün iliş­kisini kesmiş olduğunu eklememiz gerekir. Bayanların düzen­lediği, öğleden sonra kahve toplantılarının birine gitmiyordu. Buna karşılık, bir kundura tamircisinin, çok fakir halkın otur­duğu, hatta adı biraz kötüye çıkmış bir sokaktaki dükkânına dadanmıştı. Burası, hele öğleden sonraları, işsiz garson kızlar­dan tutun da, aylak aylak dolaşan delikanlılara varıncaya ka­dar bir sürü haylazın toplanıp gevezelik ettiği bir yerdi. 

Kun­dura tamircisi, dünyayı gezmiş dolaşmış, fakat bir baltaya sap olamamış, orta yaşlı bir adamdı. Söylenenlere bakılırsa, içkiye de düşkündü. Bunlar ister doğru olsun, ister yanlış, herhalde büyükannemle yarenlik edecek bir insan değildi.


Yayınevi işçisi olan amca, bir mektubunda, annesini bu yönde uyarmak istediğini, fakat ondan gayet sert ve kesin bir yanıt aldığını yazıyordu.

«O, dünya görmüş bir adam!» demiş ve konuyu kapamış­tı. Büyükannemle, istemediği konular üzerinde tartışmanın ola­nağı bulunmadığını zaten hepimiz bilirdik.


Büyük babamın ölümünden sonra aşağı yukarı altı ay geç­mişti ki, kasabada yaşayan amca, babama, annelerinin her gün değilse bile her iki günde bir, dışarda yemek yediğini bildirdi.

Bu olacak şey mi idi?  Tüm yaşamı süresince bir düzi­ne insanın yemeğini pişirmiş, kendisi ise yalnız onlardan kalan artıklarla yetinmiş büyükanne, şimdi gidiyor da, lokantalarda yemek yiyordu, ha?  Ona ne olmuştu, böyle?

 

Bu olacak şey mi idi?  Tüm yaşamı süresince bir düzi­ne insanın yemeğini pişirmiş, kendisi ise yalnız onlardan kalan artıklarla yetinmiş büyükanne, şimdi gidiyor da, lokantalarda yemek yiyordu, ha?  Ona ne olmuştu, böyle?

Çok geçemeden, babamın bir iş için, kasabanın yakınla­rına gitmesi gerekti, bu arada da annesini ziyaret etti.


Kapıyı çaldığı zaman, büyükanne evden çıkmak üzere imiş. Başından şapkasını çıkarmış, konuğunun önüne bir bar­dak kırmızı şarap ile, bir iki Zwieback koyarak karşısına geç­miş oturmuş. Gayet rahat bir görünümü varmış, ne fazla ses­siz duruyor, ne de çenesi düşmüş denecek kadar çok konuşu­yormuş. Pek inceden inceye olmasa da, hepimizin ayrı ayrı ha­tırını sormuş; bol bol kiraz yiyorlardır, inşallah, demiş. Bu noktada herhalde hiç değişmemiş, eskiden gösterdiği merakla bu soruyu sormuş,. Oturma odası her zamanki gibi tertemizmiş, kendisi de gayet sağlıklı görünüyormuş.


Yeni yaşamını belirten ilk işaret, babamla birlikte, koca­sını ziyaret etmek için mezarlığa gitmeyi istemeyişi oldu. «Sen yalnız da gidebilirsin!» demiş, «on birinci sırada, soldan üçün­cü mezar.  Benim bir yere sözüm var!»

Yayınevinde çalışan amca bunu duyunca «mutlak kundu­racısına sözü vardı.» dedi, buna çok içerliyordu.


«Ben burada, günde ancak beş saatlik o da düşük üc­retli işle, astım krizleri geçirerek, çoluk çocuğu geçindirme­ye çalışayım ve kuş gözü gibi odalarda bunca sıkıntıya katla­nayım, beri yanda, kasabanın en işlek caddesinde, koskoca ev boş dursun.. » diye yakmıyordu.


Babam, o gidişinde, konuk evinde oda kiralamıştı. Anne­sinden, yarım ağızla da olsa evde kalması için bir çağrı bek­lemişti, ama ne gezer... Eskiden, evin iyice dolu olduğu za­manlarda bile, otellere para verilmesine kesinlikle karşı kor, ne yapar yapar oğlunu evde kalmaya zorlardı.


Anlaşılan, ailesi ile toplu yaşama faslını iyiden iyiye ka­pamış, yaşamının sonunda bağımsızlığını ilan etmişti.  Şa­kayı, gülmeyi seven babam, onu «pek formunda» buluyor, «bı­rakın, kadıncağız nasıl istiyorsa öyle yaşasın!» diyordu. Evet ama, acaba nasıl yaşamak istiyordu? Derken, büyükanne ile ilgili yeni bir haber geldi: Kapısı­na bir «Bregg» çağırtmış, bir hafta ortası günü, bir perşem­be, arabaya kurularak gezmeye gitmişti. Bregg dedikleri, at­la çekilen, yüksek tekerlekli, içine koca bir aileyi alabilen büyük arabalardı. Büyükbabamın zamanında, yalnız bir belki de iki kez böyle bir Bregg kiralayarak, bütün torunlar top­luca gezdiğimizi anımsıyorum. Bu gezilere büyükannem hiç ka­tılmaz, kendi kendine evde kalırdı. Siz gidin, der gibi eli ile işaret ettiğini şu anda görür gibi oluyorum.


Bregg öyküsünden sonra, büyükannenin, trenle iki saatte ulaşılan K. kentine gittiği haberini aldık. Orada yapılan at ya­rışlarını seyre gitmişti.

Yayınevi işçisi iyice telaşlanmıştı. Doktora danışmak ge­reğini ileri sürüyordu. Bu haberi, gerçi babam da yadırgadı, ama yine de, doktora danışmak fikrine yanaşmadı.

   
Büyük anne K.'ya yalnız gitmemişti. Yanında kendisine arkadaşlık eden bir genç kız vardı: Gün aşırı gidip yemek ye­diği konukevinin mutfağında çalışan, bönce bir kız. Yayın­evi işçisinin yazdığına göre, kafadan sakat bir zavallı.

Bu «kafadan sakat kızcağız» bundan böyle, büyükanne­min yaşamında bir rol oynamaya başladı.

    
Büyük anne onu, her nedense, birden evlat gibi bağ­rına basmıştı. Sinemaya giderken, kunduracının dükkânına giderken onu yanından ayırmıyordu. Bu kunduracının, sosyal demokratlardan olduğunu da öğrenmiştik.  Eğer kulağımıza gelenlere inanmak gerekirse, iki bayanın, mutfakta karşılıklı oturup, kırmızı şarap içerek, iskambil oynadıklarını görenler de vardı.

«Bu serseme, tutmuş, güllerle süslü bir şapka satın almış» diye yakmıyordu, yayınevi işçisi, «bizim zavallı Anna'nın Komunyon'a* giyeceği elbisesi bile yok.

 Kommunion: Katoliklerin önemli bir dinsel töreni. Çocukluktan çıkıp de­likanlılık ya da genç kızlık dönemine giren gençlerin çok temiz, şık giysi­lerle kiliseye gidip, simgesel şekilde kutsal ekmekten yiyip, kutsal şa­raptan içerek bilinçli şekilde Hıristiyanlığı kabul etmeleri.

 Amcanın mektupları giderek isterik bir hal almaya başla­mıştı; bu mektuplar baştan sona «sevgili annemizin yakışık al­maz davranışlarından, garip tutumundan yakınmalarla dolu idi.  Bundan sonrasını babamdan duyduklarıma göre anlatı­yorum.

 Konukevinin sahibi, anlamlı şekilde göz kırparak babama yaklaşmış, kulağına usulca:

«Oh, oh,» demiş «maşallah, bayan B. güzel geziyor, gününü gün etmeye bakıyormuş!»

   
Aslına bakılacak olursa, bu son yıllarında büyük annem, lüks bir yaşama özenip, parasını çarçur etmiyordu. Dışarda ye­mek yemediği günler, her hangi bir yumurta yemeği ile öğleyi geçiştiriyor, ama yemek üstüne kahvesini içmeden ve pek sev­diği «Zwieback» lardan bir iki tane yemeden olamıyordu. Bir de kırmızı şarabı vardı. Her öğünde önüne mutlak,  ucuz cins­ten aldığı kırmızı şaraptan bir bardak koymayı unutmuyor­du. Evi oldukça temiz tutuyordu, yalnız her gün kullandığı ya­tak odası ve mutfak değil, fakat her yer, her köşe pırıl pırıl, tertemizdi.

    
Ancak, büyük anne, çocuklarından hiç birine haber ver­meden evi ipotek etmiş, para almıştı. Bu parayı nereye kul­landığını hiç bir zaman öğrenemedik. Belki de kundura ta­mircisine vermişti; büyükannenin ölümünden sonra bu adam başka bir kente göç etti ve orada ısmarlama ayakkabı yapan büyük bir dükkân açtı.


Dikkatlice bir bakışta, büyük annenin arka arkaya iki ya­şam sürdüğünü görüyoruz. Birincisi kız evlat, eş ve ana ola­rak, ikincisi ise, kimseye karşı sorumluluk taşımayan, çok faz­la değilse bile, ona son yıllarını rahat yaşatacak parası olan yalnız bir kadın, bir Bayan B. olarak.. Birinci yaşamı aşağı yu­karı altmış yıl, ikincisi ise ancak iki yıl sürdü.

Babam araştırdıkça, onun son altı ayında normal insanla­rın hiç denemediği bir takım garip davranışlarda bulunduğunu ortaya çıkardı. Örneğin, yaz aylarında, sabahın saat üçünde yataktan kalkıp, kasabanın bomboş sokaklarında, bütün bu sokaklar sanki yalnız onunmuş gibi gezmeye çıkıyordu.

Son­ra, söylenenler doğru ise kendisini ziyaret edip, ona biraz dert ortağı olayım, diye evine gelen papaz efendiyi, sinemaya davet etmişti!

     
Yalnızlık duyduğu falan yoktu. Herhalde kunduracının dükkânı, bir takım kişilerin, bir araya gelip hoşça vakit geçirdikleri bir yerdi. Oraya şarabını da beraberinde götürüyor, ötekiler, kentin ileri gelen kişilerini dillerine dolayıp, onlarla ilgili olur olmaz  öyküleri anlatıp gülerken o da kırmızı şarabı­nı yudumlayarak onları dinliyordu. Şarap şişesini, öteki gidişi­ne kadar orada bırakıp saklatıyordu. 

Arada bir, oradaki arka­daşlarına (!) daha sert içkiler götürüp armağan ettiği de olu­yordu.

Bir sonbahar günü, öğleden sonra, apansız oluverdi. Ya­tağında değil de, pencerenin yanındaki tahta iskemlenin üstün­de., O akşam «sakat» kızla birlikte sinemaya gideceklerdi; o yüzden ölürken yalnız kalmadı, kızcağız yanı başında idi. Tam yetmiş dört yaşında idi:

Elimde bir fotoğrafı var: Torunları için çekilmiş, onu ölüm döşeğinde gösteren bir resim.

Çok buruşmuş, kırışıklar içinde küçük bir yüz; ince du­daklar, genişçe bir ağız., küçük lekeler, benler, küçük çizgiler dolu... ama yaradılışında küçüklüğü tanımlayan en önemsiz bir belirti yok bu yüzde. Uzun kölelik yıllarının da, kısa özgürlük yıllarının da tam tadını çıkarmış, yaşam ekmeğini son kırıntı­larına kadar yiyerek tüketmişti büyük annem.



KUNDURACI ÖYKÜLERİ     2 öykü -                 

 

 Toplu Öyküler - Isaac Bashevis Singer

 

Kunduracılar ve Soyağaçları

 

Küçük kunduracıların ailesi sadece Frampol'da değil, çevresinde de -Yanev, Kreşev, Bilgoray, hatta Zamoşoh'ta- nam salmıştı. Ailenin kurucusu olan Abba Şuster, Kmielnitzki katliamından bir süre sonra gelmişti Frampol'a. 


Yassı tepede, kasap ahırlarının arkasında kendine bir arsa almış ve daha düne kadar yerli yerinde duran bir ev yapmıştı. Aslında ev pek de iyi durumda değildi - taş temelleri toprağa gömülmüş, pencereleri çarpılmış, tahta kiremitleri yosun yeşiline dönmüş ve serçe yuvalarıyla dolmuştu. Dahası, kapı da evle birlikte aşağı çökmüş, pervazları bel vermişti; insan eşikte bir basamak yukarı çıkmak yerine bir basamak aşağı inmek zorunda kalıyordu. 


Yine de ilk başlarda Frampol'u kasıp kavuran bütün yangınları atlatmıştı. Ama çatı kirişleri öyle çürümüştü ki, üzerlerinde mantar bitiyordu, bir sünnetten sonra kanı emdirmek için talaş gerekse, duvarın dış tarafından bir parça tahta koparıp parmaklar arasında ovalamak yeterliydi. Çatının eğimi öyle dikti ki, baca temizleyicisi üzerine tırmanamıyordu, bu yüzden de baca sık sık tutuşuyordu. Evin bir felakete kurban gitmemesi Tanrının bir kerametiydi.


Abba Şuster adı, Frampol Yahudi cemaati vakayinamesinde, bir parşömene kaydedilmişti. Abba her yıl altı çift ayakkabı yapıp dul ve yetimlere dağıtırdı; bu hayırseverliğini ödüllendirmek için sinagog, Tora okunduğu zaman onu Murenu, yani "hocamız" sıfatıyla davet ederdi.

Mezar taşı kaybolmuştu ama kunduracılar mezarın yerini bir işaret sayesinde biliyorlardı - yakınında bir fındık ağacı vardı. Kocakarılara bakılırsa fındık ağacı Rabi Abba'nın sakalından fışkırmıştı.


Rabi Abba'nın beş oğlu vardı; biri dışında hepsi komşu kasabalara yerleşmişti; sadece Getzel Frampol'da kalmıştı. O da babası gibi hayır işlemek için fakirlere ayakkabı yapıyordu ve mezar kazıcıları birliğinde faaldi.

Kayıtlara bakılırsa Getzel'in Godel adında bir oğlu, onun Treitel adında bir oğlu ve Treitel'in de Gimpel adında bir oğlu olmuştu. Kunduracılık zanaatı kuşaktan kuşağa aktarılmıştı. Ailenin bir kuralı vardı: En büyük oğlan baba evinde kalıyor ve baba mesleğini sürdürüyordu.


Kunduracılar birbirlerine benziyordu. Hepsi kısa boylu, sarı saçlı, dürüst ve güvenilir zanaatkârlardı. 


Frampol halkı, ailenin kurucusu Rabi Abba'nın ayakkabı yapmayı Brodlu bir ustadan öğrendiğine inanıyordu; deriyi sağlamlaştırıp dayanıklı bir hale getirmenin sırrını ona bu usta öğretmişti. 

Evlerinin bodrumunda, küçük kunduracıların derileri ıslatmak için kullandığı bir fıçı vardı. Tabaklama sıvısına başka hangi kimyevi maddeleri eklediklerini sadece Tanrı bilirdi. Formülü yabancılara söylemiyorlardı; bu sır babadan oğula geçiyordu.


Küçük kunduracıların bütün nesilleri bizi ilgilendirmediğinden, sadece son üç tanesiyle kendimizi sınırlayacağız. Rabi Lippe epeyce yaşlandığı halde hiç çocuğu olmamıştı, soyunun da onunla birlikte ortadan kalkacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Ama yetmişine merdiven dayadığı sıralarda karısı öldü, o da yaşı biraz geçkince bir bakireyle, mandırada çalışan bir kızla evlendi; karısı ona altı çocuk doğurdu. En büyük oğulları Feivel'in hali vakti yerindeydi. 


Halk yararına yapılan işlerde ön plandaydı, bütün önemli toplantılara katılırdı, senelerce terziler sinagogunda zangoçluk yapmıştı. 

Bu sinagogun âdeti her Simha Tora'da yeni bir zangoç seçmekti. Seçilen adamın başına bir balkabağı konarak onurlandırılırdı; balkabağı mumlarla süslenir, şanslı adam evden eve gezdirilir, her durakta kendisine şarap, çörek ya da ballı kek ikram edilirdi. 

Ama tesadüf bu ya, Rabi Feivel tam da Simha Tora'da, Şeriat gününde, yine böyle evden eve gezerken öldü; pazar meydanının ortasında yere yığıldı, bir daha da kalkamadı. Feivel kasabanın önde gelen hayırseverlerinden olduğu için, cenazeyi kaldıran haham, başının üzerinde taşıdığı mumların onun için Cennete giden yolu aydınlatacağını söylemişti. 

Kasasında bulunan vasiyette, mezarlığa götürüldüğünde, tabutunun üstündeki siyah örtünün üzerine bir çekiç, bir biz ve bir kundura kalıbı konulmasını istemişti, böylece müşterilerini asla kandırmayan, dürüst bir zanaatkâr olduğu anlaşılacaktı. Vasiyeti yerine getirildi.


Feivel'in büyük oğluna ailenin kurucusu Abba'nın adı verilmişti. O da diğer aile üyeleri gibi kısa ve tıknazdı, uzun sarı bir sakalı, sadece hahamlarla kunduracılarda görülen kırışıklarla kaplı geniş bir alnı vardı. 

Gözleri de sarıydı ve genel olarak asık suratlı bir tavuk izlenimi veriyordu. Yine de akıllı bir işadamıydı, ataları gibi hayır işlerine düşkündü ve Frampol'da sözünün eri dendi mi akla o gelirdi. Yerine getirebileceğinden emin olmadan asla söz vermezdi; emin olmadı mı, kim bilir, Tanrı izin verirse ya da belki derdi. 

Hem biraz okumuş yazmışlığı da vardı. Her gün Tora'nın Yidiş çevirisinden bir bölüm, boş zamanlarında da halk masalları ve destanlar okurdu. Abba, kasabaya gelen gezici vaizlerin tek bir vaazını bile kaçırmazdı, özellikle de kış aylarında sinagogda okunan İncil bölümlerini dinlemeye bayılırdı. Karısı Peşa, Şabat günlerinde, Tekvin Kitabının Yidiş çevirisinden ona hikâyeler okuduğunda, kendisinin Nuh, oğullarının da Şem, Ham ve Yafet olduğunu hayal ederdi. Ya da kendini İbrahim, İshak veya Yakup gibi düşünürdü. Yaradan ona büyük oğlu Gimpel'i kurban etmesini emretse, sabahleyin erkenden kalkıp hiç oyalanmadan emirlerini yerine getireceğini tasarlardı. Polonya'dan, doğduğu evden ayrılmakta, dünyada Tanrı onu her nereye gönderiyorsa oraya gitmekte hiç tereddüt etmezdi. Yusuf ve kardeşlerinin hikâyesini ezbere biliyordu ama tekrar tekrar okumaktan hiç bıkmazdı. Eskileri kıskanırdı, çünkü Evrenin Kralı kendini onlara göstermiş, onlar uğruna mucizeler gerçekleştirmişti ama kendisinden, 


Museviliğin öncülerine kadar kesintisiz bir kuşaklar zincirinin uzandığını düşünerek kendini teselli ederdi - sanki kendisi de İncil'in bir parçasıydı. Yakup'un kasıklarından çıkmıştı; o ve oğulları, kum gibi, yıldızlar gibi artan o tohumlardan geliyordu. Kutsal Topraklardaki Yahudiler günah işlediği için Abba sürgünde yaşıyordu ama Kurtuluş Gününü bekliyordu, zamanı geldiğinde hazır olacaktı.

Abba, Frampol'daki en iyi kunduracıydı. Yaptığı botlar hep tam otururdu, ne sıkar ne de bol gelirdi. Mayasıldan, nasırdan ya da varisten mustarip olanlar çıkarttığı işlerden özellikle memnun kalır, yaptığı ayakkabıların kendilerini rahatlattığını iddia ederlerdi. Yeni moda şeylerden, cicili bicili çizmelerden, acayip topuklu terliklerden, ilk yağmurda düşen, kötü takılmış ökçelerden nefret ederdi. Müşterileri saygın Frampol sakinleri ya da çevre köylerden gelen köylülerdi ve en iyiye layıktılar. Ölçülerini, eski günlerdeki gibi düğümlü bir iple alırdı. Frampol kadınlarının çoğu peruk takardı ama karısı Peşa başına aynı zamanda bone de giyerdi. Ona yedi erkek evlat vermişti, Abba da çocuklara dedelerinin adlarını koymuştu - Gimpel, Getzel, Treitel, Godel, Feivel, Lippe ve Çananya. Hepsi de babaları gibi kısa boylu ve sarı saçlıydı. Abba daha en baştan onları kunduracı yapacağını söylemişti ve sözünün eri bir adam olarak daha küçükten tezgâhını seyretmelerine izin verdi, zaman zaman onlara eski bir atasözünü hatırlatırdı - iyi iş boşa gitmez.


Günde on altı saatini tezgâhının başında geçirirdi, dizlerinin üzerine bir çuval yayar, biziyle delikler açar, iğnesiyle dikiş diker, deriyi boyar ya da cilalar, bir cam parçasıyla kazırdı; çalışırken de Nedamet Döneminden ilahiler okurdu. Genellikle kedi yakınlarda bir yere kıvrılır, sanki onu kollar gibi yaptıklarını seyrederdi. Kedinin annesiyle anneannesi, zamanında küçük kunduracılar için fare avlamıştı. Abba tepenin üzerindeki evinin penceresinden bütün kasabayı ve ötesini, Bilgoray yoluna ve çam ormanlarına kadar görürdü. Sabahları kasap ahırlarında toplanan çocuklu kadınları ve genç adamları, sinagogun avlusuna girip çıkan aylakları, çay için su almaya tulumbaya giden kızları, alacakaranlıkta mikveye koşturan kadınları seyrederdi.


Akşamları güneş batarken evi loş bir ışık istila ederdi. Işık huzmeleri köşelerde dans eder, tavanda oynaşır, Abba'nın sakalını altın rengine boyardı. Abba'nın karısı Peşa mutfakta kaşa [yulaf ezmesi] ve çorba pişirirdi, çocuklar oyun oynar, komşu kadınlarla kızlar eve girip çıkarlardı. Abba işinden kalkar, ellerini yıkar, paltosunu giyer, akşam duası için terziler sinagoguna giderdi. Koskoca dünyanın yabancı şehirler ve uzak memleketlerle dolu olduğunu, Frampol'un küçük bir dua kitabındaki bir noktadan daha büyük olmadığını bilirdi; ama küçük kasabası ona evrenin merkezi gibi gelirdi, kendi evi de kasabanın merkezindeydi. Mesih, Yahudileri İsrail topraklarına götürmek için geldiğinde, kendisinin Frampol'da, evinde, kendi tepesinde kalacağını düşünürdü. Sadece Şabat günü ve bayramlarda bir bulutun üzerine çıkıp Kudüs'e taşınmaya razı olurdu.