Bir mektubunda babam, iyi ama, bu
yaşlı halinde kadıncağız vaktini nasıl geçiriyor, diye sormuş, kısaca,
sinemalara gitmekle, yanıtını almıştı. Sinemaya gitmek, o zamanlar, olağan
sayılan işlerden değildi, hele kendi çocukları için.
Otuz yıl öncelerinin sinemasını, bugünküler gibi, gözümüzün önüne getirmemek
gerekir. Sinema oynatılan yerler, çoğunlukla berbat, havasız bodrum katları
idi. Bunların çoğu, «Kegel» oynanan salonlardan dönüştürülmüştü. Giriş
kapılarının iki yanma, göze batan renklerle boyanmış cinayet, ya da aşk
sahnelerini gösteren boy boy resimler asılırdı. Sinemaların ziyaretçileri, hemen
her zaman, yalnız gençler, ya da karanlık yerleri seven sevgililer olurdu. Tek
başına sinemaya gidip de film seyreden yaşlı bir kadın, kuşkusuz, dikkatleri
üstüne çekecekti.
Bu sinema ziyaretlerinin bir başka
yönü daha vardı: Giriş ücretleri, gerçi pek yüksek değildi, değildi ama,
sinemaya gitmek «eğlence Faslı»na giriyordu; eğlenceye harcanan para ise
«sokağa atılmış para» sayılır ve bu türlü para harcayanlar ayıplanırdı.
Bütün bunlara bir de, büyükannenin yalnız oğlu ile değil,, kasabadaki tüm
tanıdık ve yakınları ile de hemen bütün ilişkisini kesmiş olduğunu eklememiz
gerekir. Bayanların düzenlediği, öğleden sonra kahve toplantılarının birine
gitmiyordu. Buna karşılık, bir kundura tamircisinin, çok fakir halkın oturduğu,
hatta adı biraz kötüye çıkmış bir sokaktaki dükkânına dadanmıştı. Burası, hele
öğleden sonraları, işsiz garson kızlardan tutun da, aylak aylak dolaşan
delikanlılara varıncaya kadar bir sürü haylazın toplanıp gevezelik ettiği bir
yerdi.
Kundura tamircisi, dünyayı gezmiş dolaşmış, fakat bir
baltaya sap olamamış, orta yaşlı bir adamdı. Söylenenlere bakılırsa, içkiye
de düşkündü. Bunlar ister doğru olsun, ister yanlış, herhalde büyükannemle
yarenlik edecek bir insan değildi.
Yayınevi işçisi olan amca, bir mektubunda, annesini bu yönde uyarmak
istediğini, fakat ondan gayet sert ve kesin bir yanıt aldığını yazıyordu.
«O, dünya görmüş bir adam!» demiş ve
konuyu kapamıştı. Büyükannemle, istemediği konular üzerinde tartışmanın olanağı
bulunmadığını zaten hepimiz bilirdik.
Büyük babamın ölümünden sonra aşağı yukarı altı ay geçmişti ki, kasabada
yaşayan amca, babama, annelerinin her gün değilse bile her iki günde bir,
dışarda yemek yediğini bildirdi.
Bu olacak şey mi idi? Tüm
yaşamı süresince bir düzine insanın yemeğini pişirmiş, kendisi ise yalnız
onlardan kalan artıklarla yetinmiş büyükanne, şimdi gidiyor da, lokantalarda
yemek yiyordu, ha? Ona ne olmuştu, böyle?
Bu olacak şey mi idi? Tüm
yaşamı süresince bir düzine insanın yemeğini pişirmiş, kendisi ise yalnız
onlardan kalan artıklarla yetinmiş büyükanne, şimdi gidiyor da, lokantalarda
yemek yiyordu, ha? Ona ne olmuştu, böyle?
Çok geçemeden, babamın bir iş için,
kasabanın yakınlarına gitmesi gerekti, bu arada da annesini ziyaret etti.
Kapıyı çaldığı zaman, büyükanne evden çıkmak üzere imiş. Başından şapkasını
çıkarmış, konuğunun önüne bir bardak kırmızı şarap ile, bir iki Zwieback
koyarak karşısına geçmiş oturmuş. Gayet rahat bir görünümü varmış, ne fazla
sessiz duruyor, ne de çenesi düşmüş denecek kadar çok konuşuyormuş. Pek
inceden inceye olmasa da, hepimizin ayrı ayrı hatırını sormuş; bol bol kiraz
yiyorlardır, inşallah, demiş. Bu noktada herhalde hiç değişmemiş, eskiden
gösterdiği merakla bu soruyu sormuş,. Oturma odası her zamanki gibi tertemizmiş,
kendisi de gayet sağlıklı görünüyormuş.
Yeni yaşamını belirten ilk işaret, babamla birlikte, kocasını ziyaret etmek
için mezarlığa gitmeyi istemeyişi oldu. «Sen yalnız da gidebilirsin!» demiş,
«on birinci sırada, soldan üçüncü mezar. Benim bir yere sözüm var!»
Yayınevinde çalışan amca bunu duyunca
«mutlak kunduracısına sözü vardı.» dedi, buna çok içerliyordu.
«Ben burada, günde ancak beş saatlik o da düşük ücretli işle, astım krizleri
geçirerek, çoluk çocuğu geçindirmeye çalışayım ve kuş gözü gibi odalarda bunca
sıkıntıya katlanayım, beri yanda, kasabanın en işlek caddesinde, koskoca ev
boş dursun.. » diye yakmıyordu.
Babam, o gidişinde, konuk evinde oda kiralamıştı. Annesinden, yarım ağızla da
olsa evde kalması için bir çağrı beklemişti, ama ne gezer... Eskiden, evin
iyice dolu olduğu zamanlarda bile, otellere para verilmesine kesinlikle karşı
kor, ne yapar yapar oğlunu evde kalmaya zorlardı.
Anlaşılan, ailesi ile toplu yaşama faslını iyiden iyiye kapamış, yaşamının
sonunda bağımsızlığını ilan etmişti. Şakayı, gülmeyi seven babam, onu
«pek formunda» buluyor, «bırakın, kadıncağız nasıl istiyorsa öyle yaşasın!»
diyordu. Evet ama, acaba nasıl yaşamak istiyordu? Derken, büyükanne ile ilgili
yeni bir haber geldi: Kapısına bir «Bregg» çağırtmış, bir hafta ortası günü,
bir perşembe, arabaya kurularak gezmeye gitmişti. Bregg dedikleri, atla
çekilen, yüksek tekerlekli, içine koca bir aileyi alabilen büyük arabalardı.
Büyükbabamın zamanında, yalnız bir belki de iki kez böyle bir Bregg
kiralayarak, bütün torunlar topluca gezdiğimizi anımsıyorum. Bu gezilere
büyükannem hiç katılmaz, kendi kendine evde kalırdı. Siz gidin, der gibi eli
ile işaret ettiğini şu anda görür gibi oluyorum.
Bregg öyküsünden sonra, büyükannenin, trenle iki saatte ulaşılan K. kentine
gittiği haberini aldık. Orada yapılan at yarışlarını seyre gitmişti.
Yayınevi işçisi iyice telaşlanmıştı.
Doktora danışmak gereğini ileri sürüyordu. Bu haberi, gerçi babam da
yadırgadı, ama yine de, doktora danışmak fikrine yanaşmadı.
Büyük anne K.'ya yalnız gitmemişti. Yanında kendisine
arkadaşlık eden bir genç kız vardı: Gün aşırı gidip yemek yediği konukevinin
mutfağında çalışan, bönce bir kız. Yayınevi işçisinin yazdığına göre, kafadan
sakat bir zavallı.
Bu «kafadan sakat kızcağız» bundan
böyle, büyükannemin yaşamında bir rol oynamaya başladı.
Büyük anne onu, her nedense, birden evlat gibi bağrına
basmıştı. Sinemaya giderken, kunduracının dükkânına giderken onu yanından
ayırmıyordu. Bu kunduracının, sosyal demokratlardan olduğunu da
öğrenmiştik. Eğer kulağımıza gelenlere inanmak gerekirse, iki bayanın,
mutfakta karşılıklı oturup, kırmızı şarap içerek, iskambil oynadıklarını
görenler de vardı.
«Bu serseme, tutmuş, güllerle süslü
bir şapka satın almış» diye yakmıyordu, yayınevi işçisi, «bizim zavallı
Anna'nın Komunyon'a* giyeceği elbisesi bile yok.
Kommunion: Katoliklerin önemli bir
dinsel töreni. Çocukluktan çıkıp delikanlılık ya da genç kızlık dönemine giren
gençlerin çok temiz, şık giysilerle kiliseye gidip, simgesel şekilde kutsal
ekmekten yiyip, kutsal şaraptan içerek bilinçli şekilde Hıristiyanlığı kabul
etmeleri.
Amcanın mektupları giderek isterik bir hal almaya başlamıştı;
bu mektuplar baştan sona «sevgili annemizin yakışık almaz davranışlarından,
garip tutumundan yakınmalarla dolu idi. Bundan sonrasını babamdan
duyduklarıma göre anlatıyorum.
Konukevinin sahibi, anlamlı şekilde
göz kırparak babama yaklaşmış, kulağına usulca:
«Oh, oh,» demiş «maşallah, bayan B.
güzel geziyor, gününü gün etmeye bakıyormuş!»
Aslına bakılacak olursa, bu son yıllarında büyük annem,
lüks bir yaşama özenip, parasını çarçur etmiyordu. Dışarda yemek yemediği
günler, her hangi bir yumurta yemeği ile öğleyi geçiştiriyor, ama yemek üstüne
kahvesini içmeden ve pek sevdiği «Zwieback» lardan bir iki tane yemeden
olamıyordu. Bir de kırmızı şarabı vardı. Her öğünde önüne mutlak, ucuz
cinsten aldığı kırmızı şaraptan bir bardak koymayı unutmuyordu. Evi oldukça
temiz tutuyordu, yalnız her gün kullandığı yatak odası ve mutfak değil, fakat
her yer, her köşe pırıl pırıl, tertemizdi.
Ancak, büyük anne, çocuklarından hiç birine haber vermeden
evi ipotek etmiş, para almıştı. Bu parayı nereye kullandığını hiç bir zaman
öğrenemedik. Belki de kundura tamircisine vermişti; büyükannenin ölümünden
sonra bu adam başka bir kente göç etti ve orada ısmarlama ayakkabı yapan büyük
bir dükkân açtı.
Dikkatlice bir bakışta, büyük annenin arka arkaya iki yaşam sürdüğünü
görüyoruz. Birincisi kız evlat, eş ve ana olarak, ikincisi ise, kimseye karşı
sorumluluk taşımayan, çok fazla değilse bile, ona son yıllarını rahat
yaşatacak parası olan yalnız bir kadın, bir Bayan B. olarak.. Birinci yaşamı
aşağı yukarı altmış yıl, ikincisi ise ancak iki yıl sürdü.
Babam araştırdıkça, onun son altı ayında normal insanların
hiç denemediği bir takım garip davranışlarda bulunduğunu ortaya çıkardı.
Örneğin, yaz aylarında, sabahın saat üçünde yataktan kalkıp, kasabanın bomboş
sokaklarında, bütün bu sokaklar sanki yalnız onunmuş gibi gezmeye çıkıyordu.
Sonra, söylenenler doğru ise
kendisini ziyaret edip, ona biraz dert ortağı olayım, diye evine gelen papaz
efendiyi, sinemaya davet etmişti!
Yalnızlık duyduğu falan yoktu. Herhalde kunduracının dükkânı,
bir takım kişilerin, bir araya gelip hoşça vakit geçirdikleri bir yerdi. Oraya
şarabını da beraberinde götürüyor, ötekiler, kentin ileri gelen kişilerini
dillerine dolayıp, onlarla ilgili olur olmaz öyküleri anlatıp gülerken o
da kırmızı şarabını yudumlayarak onları dinliyordu. Şarap şişesini, öteki
gidişine kadar orada bırakıp saklatıyordu.
Arada bir, oradaki arkadaşlarına (!) daha sert içkiler götürüp armağan ettiği
de oluyordu.
Bir sonbahar günü, öğleden sonra,
apansız oluverdi. Yatağında değil de, pencerenin yanındaki tahta iskemlenin
üstünde., O akşam «sakat» kızla birlikte sinemaya gideceklerdi; o yüzden
ölürken yalnız kalmadı, kızcağız yanı başında idi. Tam yetmiş dört yaşında idi:
Elimde bir fotoğrafı var: Torunları
için çekilmiş, onu ölüm döşeğinde gösteren bir resim.
Çok buruşmuş, kırışıklar içinde küçük
bir yüz; ince dudaklar, genişçe bir ağız., küçük lekeler, benler, küçük
çizgiler dolu... ama yaradılışında küçüklüğü tanımlayan en önemsiz bir belirti
yok bu yüzde. Uzun kölelik yıllarının da, kısa özgürlük yıllarının da tam
tadını çıkarmış, yaşam ekmeğini son kırıntılarına kadar yiyerek tüketmişti
büyük annem.
KUNDURACI ÖYKÜLERİ 2 öykü -
Toplu Öyküler - Isaac Bashevis Singer
Kunduracılar ve Soyağaçları
Küçük kunduracıların ailesi sadece Frampol'da değil, çevresinde
de -Yanev, Kreşev, Bilgoray, hatta Zamoşoh'ta- nam salmıştı. Ailenin kurucusu
olan Abba Şuster, Kmielnitzki katliamından bir süre sonra gelmişti Frampol'a.
Yassı tepede, kasap ahırlarının arkasında kendine bir arsa almış ve daha düne
kadar yerli yerinde duran bir ev yapmıştı. Aslında ev pek de iyi durumda
değildi - taş temelleri toprağa gömülmüş, pencereleri çarpılmış, tahta
kiremitleri yosun yeşiline dönmüş ve serçe yuvalarıyla dolmuştu. Dahası, kapı
da evle birlikte aşağı çökmüş, pervazları bel vermişti; insan eşikte bir
basamak yukarı çıkmak yerine bir basamak aşağı inmek zorunda kalıyordu.
Yine de ilk başlarda Frampol'u kasıp kavuran bütün yangınları atlatmıştı. Ama
çatı kirişleri öyle çürümüştü ki, üzerlerinde mantar bitiyordu, bir sünnetten
sonra kanı emdirmek için talaş gerekse, duvarın dış tarafından bir parça tahta
koparıp parmaklar arasında ovalamak yeterliydi. Çatının eğimi öyle dikti ki,
baca temizleyicisi üzerine tırmanamıyordu, bu yüzden de baca sık sık
tutuşuyordu. Evin bir felakete kurban gitmemesi Tanrının bir kerametiydi.
Abba Şuster adı, Frampol Yahudi cemaati vakayinamesinde, bir parşömene
kaydedilmişti. Abba her yıl altı çift ayakkabı yapıp dul ve yetimlere
dağıtırdı; bu hayırseverliğini ödüllendirmek için sinagog, Tora okunduğu zaman
onu Murenu, yani "hocamız" sıfatıyla davet ederdi.
Mezar taşı kaybolmuştu ama kunduracılar mezarın yerini bir
işaret sayesinde biliyorlardı - yakınında bir fındık ağacı vardı. Kocakarılara
bakılırsa fındık ağacı Rabi Abba'nın sakalından fışkırmıştı.
Rabi Abba'nın beş oğlu vardı; biri dışında hepsi komşu kasabalara yerleşmişti;
sadece Getzel Frampol'da kalmıştı. O da babası gibi hayır işlemek için
fakirlere ayakkabı yapıyordu ve mezar kazıcıları birliğinde faaldi.
Kayıtlara bakılırsa Getzel'in Godel adında bir oğlu, onun
Treitel adında bir oğlu ve Treitel'in de Gimpel adında bir oğlu olmuştu.
Kunduracılık zanaatı kuşaktan kuşağa aktarılmıştı. Ailenin bir kuralı vardı: En
büyük oğlan baba evinde kalıyor ve baba mesleğini sürdürüyordu.
Kunduracılar birbirlerine benziyordu. Hepsi kısa boylu, sarı saçlı,
dürüst ve güvenilir zanaatkârlardı.
Frampol halkı, ailenin kurucusu Rabi Abba'nın ayakkabı yapmayı Brodlu bir
ustadan öğrendiğine inanıyordu; deriyi sağlamlaştırıp dayanıklı bir hale
getirmenin sırrını ona bu usta öğretmişti.
Evlerinin bodrumunda, küçük kunduracıların derileri ıslatmak
için kullandığı bir fıçı vardı. Tabaklama sıvısına başka hangi kimyevi
maddeleri eklediklerini sadece Tanrı bilirdi. Formülü yabancılara
söylemiyorlardı; bu sır babadan oğula geçiyordu.
Küçük kunduracıların bütün nesilleri bizi ilgilendirmediğinden, sadece son üç
tanesiyle kendimizi sınırlayacağız. Rabi Lippe epeyce yaşlandığı halde hiç
çocuğu olmamıştı, soyunun da onunla birlikte ortadan kalkacağına kesin gözüyle
bakılıyordu. Ama yetmişine merdiven dayadığı sıralarda karısı öldü, o da yaşı
biraz geçkince bir bakireyle, mandırada çalışan bir kızla evlendi; karısı ona
altı çocuk doğurdu. En büyük oğulları Feivel'in hali vakti yerindeydi.
Halk yararına yapılan işlerde ön plandaydı, bütün önemli
toplantılara katılırdı, senelerce terziler sinagogunda zangoçluk yapmıştı.
Bu sinagogun âdeti her Simha Tora'da yeni bir zangoç seçmekti.
Seçilen adamın başına bir balkabağı konarak onurlandırılırdı; balkabağı
mumlarla süslenir, şanslı adam evden eve gezdirilir, her durakta kendisine
şarap, çörek ya da ballı kek ikram edilirdi.
Ama tesadüf bu ya, Rabi Feivel tam da Simha Tora'da, Şeriat
gününde, yine böyle evden eve gezerken öldü; pazar meydanının ortasında yere
yığıldı, bir daha da kalkamadı. Feivel kasabanın önde gelen hayırseverlerinden
olduğu için, cenazeyi kaldıran haham, başının üzerinde taşıdığı mumların onun
için Cennete giden yolu aydınlatacağını söylemişti.
Kasasında bulunan vasiyette, mezarlığa götürüldüğünde, tabutunun
üstündeki siyah örtünün üzerine bir çekiç, bir biz ve bir kundura kalıbı
konulmasını istemişti, böylece müşterilerini asla kandırmayan, dürüst bir
zanaatkâr olduğu anlaşılacaktı. Vasiyeti yerine getirildi.
Feivel'in büyük oğluna ailenin kurucusu Abba'nın adı verilmişti. O da diğer
aile üyeleri gibi kısa ve tıknazdı, uzun sarı bir sakalı, sadece hahamlarla
kunduracılarda görülen kırışıklarla kaplı geniş bir alnı vardı.
Gözleri de sarıydı ve genel olarak asık suratlı bir tavuk
izlenimi veriyordu. Yine de akıllı bir işadamıydı, ataları gibi hayır işlerine
düşkündü ve Frampol'da sözünün eri dendi mi akla o gelirdi. Yerine
getirebileceğinden emin olmadan asla söz vermezdi; emin olmadı mı, kim bilir,
Tanrı izin verirse ya da belki derdi.
Hem biraz okumuş yazmışlığı da vardı. Her gün Tora'nın Yidiş
çevirisinden bir bölüm, boş zamanlarında da halk masalları ve destanlar okurdu.
Abba, kasabaya gelen gezici vaizlerin tek bir vaazını bile kaçırmazdı,
özellikle de kış aylarında sinagogda okunan İncil bölümlerini dinlemeye
bayılırdı. Karısı Peşa, Şabat günlerinde, Tekvin Kitabının Yidiş çevirisinden
ona hikâyeler okuduğunda, kendisinin Nuh, oğullarının da Şem, Ham ve Yafet
olduğunu hayal ederdi. Ya da kendini İbrahim, İshak veya Yakup gibi düşünürdü.
Yaradan ona büyük oğlu Gimpel'i kurban etmesini emretse, sabahleyin erkenden
kalkıp hiç oyalanmadan emirlerini yerine getireceğini tasarlardı. Polonya'dan,
doğduğu evden ayrılmakta, dünyada Tanrı onu her nereye gönderiyorsa oraya
gitmekte hiç tereddüt etmezdi. Yusuf ve kardeşlerinin hikâyesini ezbere
biliyordu ama tekrar tekrar okumaktan hiç bıkmazdı. Eskileri kıskanırdı, çünkü
Evrenin Kralı kendini onlara göstermiş, onlar uğruna mucizeler
gerçekleştirmişti ama kendisinden,
Museviliğin öncülerine kadar kesintisiz bir kuşaklar zincirinin uzandığını
düşünerek kendini teselli ederdi - sanki kendisi de İncil'in bir parçasıydı.
Yakup'un kasıklarından çıkmıştı; o ve oğulları, kum gibi, yıldızlar gibi artan
o tohumlardan geliyordu. Kutsal Topraklardaki Yahudiler günah işlediği için Abba
sürgünde yaşıyordu ama Kurtuluş Gününü bekliyordu, zamanı geldiğinde hazır
olacaktı.
Abba, Frampol'daki en iyi kunduracıydı. Yaptığı botlar hep tam
otururdu, ne sıkar ne de bol gelirdi. Mayasıldan, nasırdan ya da varisten
mustarip olanlar çıkarttığı işlerden özellikle memnun kalır, yaptığı
ayakkabıların kendilerini rahatlattığını iddia ederlerdi. Yeni moda şeylerden,
cicili bicili çizmelerden, acayip topuklu terliklerden, ilk yağmurda düşen,
kötü takılmış ökçelerden nefret ederdi. Müşterileri saygın Frampol sakinleri ya
da çevre köylerden gelen köylülerdi ve en iyiye layıktılar. Ölçülerini, eski
günlerdeki gibi düğümlü bir iple alırdı. Frampol kadınlarının çoğu peruk
takardı ama karısı Peşa başına aynı zamanda bone de giyerdi. Ona yedi erkek
evlat vermişti, Abba da çocuklara dedelerinin adlarını koymuştu - Gimpel,
Getzel, Treitel, Godel, Feivel, Lippe ve Çananya. Hepsi de babaları gibi kısa
boylu ve sarı saçlıydı. Abba daha en baştan onları kunduracı yapacağını
söylemişti ve sözünün eri bir adam olarak daha küçükten tezgâhını
seyretmelerine izin verdi, zaman zaman onlara eski bir atasözünü hatırlatırdı -
iyi iş boşa gitmez.
Günde on altı saatini tezgâhının başında geçirirdi, dizlerinin üzerine bir
çuval yayar, biziyle delikler açar, iğnesiyle dikiş diker, deriyi boyar ya da
cilalar, bir cam parçasıyla kazırdı; çalışırken de Nedamet Döneminden ilahiler
okurdu. Genellikle kedi yakınlarda bir yere kıvrılır, sanki onu kollar gibi
yaptıklarını seyrederdi. Kedinin annesiyle anneannesi, zamanında küçük
kunduracılar için fare avlamıştı. Abba tepenin üzerindeki evinin penceresinden
bütün kasabayı ve ötesini, Bilgoray yoluna ve çam ormanlarına kadar görürdü.
Sabahları kasap ahırlarında toplanan çocuklu kadınları ve genç adamları,
sinagogun avlusuna girip çıkan aylakları, çay için su almaya tulumbaya giden
kızları, alacakaranlıkta mikveye koşturan kadınları seyrederdi.
Akşamları güneş batarken evi loş bir ışık istila ederdi. Işık huzmeleri
köşelerde dans eder, tavanda oynaşır, Abba'nın sakalını altın rengine boyardı.
Abba'nın karısı Peşa mutfakta kaşa [yulaf ezmesi] ve çorba pişirirdi, çocuklar
oyun oynar, komşu kadınlarla kızlar eve girip çıkarlardı. Abba işinden kalkar,
ellerini yıkar, paltosunu giyer, akşam duası için terziler sinagoguna giderdi.
Koskoca dünyanın yabancı şehirler ve uzak memleketlerle dolu olduğunu,
Frampol'un küçük bir dua kitabındaki bir noktadan daha büyük olmadığını
bilirdi; ama küçük kasabası ona evrenin merkezi gibi gelirdi, kendi evi de
kasabanın merkezindeydi. Mesih, Yahudileri İsrail topraklarına götürmek için
geldiğinde, kendisinin Frampol'da, evinde, kendi tepesinde kalacağını
düşünürdü. Sadece Şabat günü ve bayramlarda bir bulutun üzerine çıkıp Kudüs'e
taşınmaya razı olurdu.