22 Mart 2012 Perşembe

ÇİN İŞÇİLERİ GREVLERDE NE KAZANDI?

ÇİN : İŞÇİ GREVLERİNDE NE KAZANILDI ? Güney Çin’deki otomobil işçilerinin 2010’da gerçekleşen grevleri tüm Çin’de ve dünyada yankısını buldu. Honda, Toyota ve diğer uluslararası otomobil şirketlerine ara madde sağlayan yan şirketlerdeki işçiler iş bırakırken, uluslararası iş basını, “Çin işçilerinin yükselen gücünden duyduğu korkuyu ifade ettiler. “ Aynı zamanda, dünyanın en büyük bilgisayar ve iPod şirketleri ile anlaşmalı en büyük imalâtçı şirket Foxconn’daki bir dizi trajik intihar vakaları, Apple, HP ve Nokia gibi küresel çapta kullanılan markalar için düşük-ücretli, kitlesel ölçüde yapılan üretimin insanlık-dışı doğasını ortaya serdi. Yaşanan her iki olay, Çin sendikalarını ve kamuoyunu sarstı ve uzmanlar, bu olayların, ülkedeki işçi ilişkilerini değiştirecek sınır noktasını oluşturabileceğini düşündü. Ancak işçilerin eylem haberlerinin, basın radarına girmesiyle yok olması bir anda oldu. Ne değişmişti? İşçiler patronlara ve hükümete karşı 2000 Mayıs’ında, Çin’in Foshan şehri Nanhai bölgesinde bulunan Honda nakliye tesisindeki işçiler greve gitti. Bu grevin tetikleyicisi, Vali’nin, hızla artan geçim maliyetlerine karşın 1 Mayıs’ta, yerel yasal asgari ücreti 123 dolardan 147 dolara yükseltmesi olmuştur. İşçiler de, aylık ücretlerinde, bu yükselmeyi baz alarak eşit miktarda bir artış beklediler. Fabrika yönetimi ise, nakliyat işçilerinin aylık ücretlerine temel oluşturan miktara 24 dolar ekledi, fakat (gıda, barınma ve muntazam devamlılık için) devletin işçilere verdiği aylık yardımı 48 dolardan 29 dolara indirdi. Net kazanç ayda yalnızca 5 dolar kalmıştı. Formda ve haşin Hong Kong, Shenzhen ve Guangzhou çevresindeki Güney Çin Pearl Nehri Deltası, dünyada sanayinin en yoğun olduğu bölgedir. Çoğu göçmen ve kırsal kesimden gelmiş olan 25 milyon kadar endüstri işçisi, küresel markalar için giysi, oyuncak, mobilya ve elektronik aletler şeklindeki tüketim ürünlerinin sürekli üretimini üstlenmişlerdir. Delta, dev otomobil üretim merkezlerinden birisidir: Burada Honda ve Toyota üretiliyor, Volkswagen yapımı başlamak üzere ve Shenzhen’de, Çin’in yükselen yıldızı elektrikli otomobil endüstrisi üretimlerini sürdürmekte. Yan sanayi fabrikaları mantar gibi çoğaldı. Bunların çoğu Çin pazarı için üretim yapıyor fakat Honda ve Toyota, motor gibi parçalar üretip Batı’ya ihraç etmeye başladılar. Fabrikalar, hem teknoloji hem de örgütlenme bakımından en son sisteme tâbi. Japon işadamları, ünlü esnek-üretim sistemlerini Çin’e taşıdılar. Bununla, tam zamanında üretim, zora-dayalı yönetim ve üretim zinciri içinde işçilerin işbölümü ile çalışması getirilmiş oldu. Montaj ve motor üretim fabrikalarındaki çalışma koşulları, dünyanın diğer bölgelerindeki modern otomobil fabrikalarıyla kıyaslanacak seviyede, fakat Çin standartlarıyla donatılmış olarak daha üst noktalarda. Otomobil işçileri, bölgedeki en yüksek ücreti alan çalışanlar. Aylık ücret yaklaşık 400 dolar. Şirketler, işçilerine, her yıl, aylık ücretin iki ile altı katı kadar fazla ikramiye ödüyorlar. Kâr payı ve üretim verimliliğinden doğan ikramiye ödemeleri de yaygın. Fazla mesai, yasal sınırlar içinde (haftada 40 saatlik çalışmayı temel alarak, ayda 36 saat). İşçilerin ortalama yaşı, Toyota’da 24’den, Honda’da 28’den az. Yan sanayi fabrikalarındaki koşullar daha kötü. Fabrikalar genellikle temiz ve çoğunda klimalar var (Güney Çin’in subtropikal ikliminde bile hâlâ lüks sayılmakta), fakat aylık ücretler, 112-144 dolarla, yasal sınırın en altında. Fazla mesai, yerel hükümetler tarafından mecbur tutulmuyor ancak yasal sınırların izin verdiğinden çok daha fazla. Sermaye devri çok yüksek. Pek çok işçi, teknik okullardan gelen ve yerinde uygulama yapan “stajyer” öğrencilerden oluşuyor. … Çin özellikleriyle Çin devlet politikası tüm yabancı şirketlere ait otomobil fabrikalarının, devlet otomobil fabrikalarıyla ortak-girişim olması zorunluluğunu getirmektedir. Diğer taraftan, yan sanayi tedarikçi fabrikaları, doğrudan Honda ve Toyota’nın sahibi olduğu fabrikalardır ve bazılarının yatırımcıları Çinli veya Hong Konglu özel yatırımcılardır. Ana fabrikalarda çalışan işçiler Guangdong’un yerli işçileriyken, parça üreten yan sanayi kuruluşları, genellikle, kırsal kesimden gelen göçmenleri çalıştırmaktadırlar. Göçmen işçilerin sosyal ve politik hakları yoktur, sağlık, kaza ve işsizlik sigortaları kısıtlıdır ve çalıştıkları yerlerde yerleşmeleri yasaktır. Ana fabrika ve yan kuruluşlar arasındaki bu farklar, sendikaların yapısına da yansımıştır. Ana fabrikalarda, Tüm-Çin Sendika Birlikleri Federasyonu (ACFUT), şirketlerin işçilere yaptığı cömert yardımları idare eden aşırı bir bürokrasiye sahiptir. Bu bürokrasi, fabrika yönetimine, ücretler ve çalışma koşulları konusunda danışmanlık da yapar (herhangi bir toplu pazarlık anlaşması bulunmaz). Tedarikçi yan kuruluş fabrikalarında ise sendika hiç yoktur veya onların yerini yerel hükümet işçi büroları, Komünist Parti şefleri veya idarecileri almıştır. 17 Mayıs sabahı, otomatik vites bölümündeki iki işçi, normalde kalite sorunları olduğunda kapatılan kırmızı acil yardım düğmesine basarak, üretim şeridini durdurdular. Fabrikanın Japon yöneticisi, kafeteryada işçilerle görüştü, onlara, taleplerinin bir hafta içinde karşılanacağı sözünü verdi ve bunun üzerine gece vardiyası işbaşı yaptı. İzleyen günlerde, yönetim, işçiler ve (pek çok işçinin varlığından haberdar olmadığı) fabrika sendikası arasındaki görüşmeler, daha ileri iş durdurma eylemleri eşliğinde sürdü. Şirket, çeşitli gruplardaki işçilerin ikramiye ve yardımlarında artış önerisiyle geldi fakat işçiler, genel baz ücretinde artış üzerinde ısrar etti. Şirket, grevin başlangıcında üretim şeridini durdurmuş olan iki işçiyi işten attı. İdarenin bu sert tepkisi ve diğer tepkileri işçileri harekete geçirdi. 24 Mayıs’ta grev süresizleşti ve hemen ardından, Honda’nın, Çin’in ortasındaki Guangzhou ve Wuhan’da bulunan esas montaj fabrikalarını etkisi altına aldı. İki fabrika da, 26 ve 27 Mayıs’ta üretimlerini durdurarak ulusal ve uluslararası medyanın dikkatlerini buraya çekti ve bu grevi Çin’de kamu gündemine getirdi. Sendika ve fabrika yönetimi ile beraber, yerel hükümet de, gittikçe daha sert bir tutum takındı ve sonunda, sendika kıyafetleri giymiş 100 kişi kadarlık bir eşkıya grubu, işçilere fiziksel bir saldırı düzenledi. Bunlardan sonra, işçiler, Çin medyası ve web sitelerinde geniş yer bulan bir açık mektup yayımladı. Bu belge, işçilerin toplumsal adalet ve diğer taleplerine açıklık getiriyordu. İşçi taleplerinin temeli, herkes için 128 dolarlık maaş artışı, üst düzey işçiler için maaş yükseltmeleri ve her yıl yüzde 15’lik artış yapılmasıydı. Yüksek düzey işçilere yapılacak ek ödemeler ve genelde garanti edilecek yıllık yüzde 15 artışlar, işçilere ödenen ücret sisteminde köklü değişiklikler yapılması anlamına gelecekti. Çin’de temel ücretler genelde çok düşük (ortalama aylık ücretlerin yarısından daha yüksek değil) ve işçiler bu yüzden “iyi davranış” ve patrona itaatin esas alındığı ikramiyelere ve mesai ücretlerine güvenmek zorundalar. Daha önemlisi, Nanhai işçileri, fabrikada sendika temsilcilerini seçmek üzere özgür ve açık seçim yapılması talebinde bulundular. Arabuluculuk mu? Toplu sözleşme mi? Gelişmeler, Honda fabrikalarının Çin ana merkezi olan Guangzhou Automotive şirketinin de doğrudan işe karışmasına neden oldu. Aynı zamanda Çin yasama meclisinin de üyesi olan Guangzhou Automotive şirket CEO’su, görüşmelerin sorumluluğunu üstlendi. Şanzuman bölümünün Japon yöneticisi yerine bir Çinli yönetici getirildi. Arabuluculuk yürütmesini kolaylaştırmak üzere Pekin’den ünlü bir iş yasası profesörü getirtildi. 4 Haziran’daki görüşmelere otuz seçilmiş işçi katıldığı halde yalnızca beşine konuşma izni verildi. Şirket toplam aylık ödemeyi 240 dolardan 336 dolara çıkarmayı teklif etti fakat bu miktarın çoğunluğu ikramiye ve sosyal yardımlardan oluşuyordu. İşçiler ise temel ücretlerde artış üzerinde ısrar ettiler. Temel ücretlerdeki bu artış aynı zamanda, mesai ücretlerinde de artışa neden olacaktı. Son pazarlığa göre temel ücret artışı ve çeşitli diğer artışların toplamı, işçilerin pazarlık başındaki talebi olan 128 dolardan çok daha aşağıda bir tutar olan 80 dolarda sabitlendi. Böylece pazarlığın sınırı, işçileri sakinleştirmek için yapılacak ekstra ödeme tartışmalarına daraltıldı. Üst düzey işçilere artış talebi, “çok karmaşık bir konu” olduğu gerekçesiyle reddedildi ve bu konunun müzakereleri sonraki görüşmelere ertelendi. Yaygın bir ücret artışı ve üst düzey işçilere verilecek ekler bile, düşük temel ücretli yaygın sistemini zorlayacak, teşvik ödemeleriyle beraber, işçilere şirkette kalıp becerilerini geliştirmek için motivasyon sağlayacaktı. Honda ve Guangzhou Automotive şirketleri, bu olayın Çin otomobil üreticileri için bir örnek oluşturmasını etkili bir şekilde engellediler. Ücretler düşük kalmayı sürdürecek ve sendika da, yönetimle işbirliği yapmaya devam edecekti. Grev yayılıyor, sendika kontrolü ele alıyor Honda’nın Nanhai tesislerinde olanlar, Pearl Nehri Delta’sı boyunca dizilmiş otomobil ve elektronik eşya fabrikalarındaki işçiler çapında da bir dizi tepki zincirini tetikledi. Guangzhou Sendika Birlikleri Federasyonu’na göre, 100’den fazla grev oldu ancak bunların yalnızca çok küçük bir kısmı medyada yer buldu. Guangzhou Nansha’daki Toyota’nın ultramodern 14 ana fabrikasının sekizinde işçi çatışmaları görülüyordu. Eylemler diğer bölgelere de yayıldı: Şanghay yakınlarındaki çok sayıda elektronik eşya fabrikası ve Tianjin’deki bir Toyota fabrikasındaki işçiler grevlerini birkaç gün sürdürdüler. Delta’da başlatılan grevlerin çoğu, Nanhai’dekine benzer ücret artışlarıyla yatıştırıldı. Bu şekilde, işçiler bir çeşit pazarlık modeli oluşturmuşlardı. Guangzhou’da, patronlar da, tavan ücretler konusunda karara varmak üzere sahne arkasında bir araya geldiler. Grev dalgası sürecinde, bazı sendikalar dikkate değer bir tavır değişikliği gösterdiler. 21 Haziran’da, Guangzhou’nun Nansha bölgesinde, bir Honda parça imalât fabrikasındaki işçiler pazarlık masasını terk ederken, yerel fabrika sendikası devreye girdi ve pazarlığa oturdu. Birkaç yüz işçinin çalıştığı bu fabrikaya ait bir yerel sendika vardı ancak bu sendika, işçilerin güvenini tümüyle yitirmişti. Bu gibi durumlarda hep olduğu gibi, bölge sendikasının o şehir kolundan daha yüksek düzeyde, bir grup sendika temsilcisi, aracılık etmeleri için çağrıldı. Sendika bölge temsilcileri gelmeyi reddetti ve bu sorumluluğu Çin İşçi Bakanlığı’nın yerel kolu olan İşçi Bürosu’nun üstlenmesi gerektiğini söylediler. Guangzhou Sendika Birlikleri Federasyonu başkanlığının medyaya verdiği demece göre sendikanın görevi işçinin yanında olmaktı ve arabuluculuk işini sendika değil, hükümet yapmalıydı. Sendika, polisin kendilerine kamu güvenlik konularını görüşmek üzere işçi temsilcilerini karakola getirmesini istediğinde de (grev yerinde şiddet içeren herhangi bir olaya rastlanmamıştı), bu isteği geri çevirdi. Sendikanın arabulucu olarak veya idarenin yanında değil de işçinin yanında yer alması, işçinin sendikaya karşı tutumunun değişmesine yol açtı ve bölge sendikası, pazarlığa oturacak altı işçi temsilcisini seçmek üzere bir seçim organize edebildi. Anlaşma neyle mi sonuçlandı? İşçilerin talep ettiği aylık 128 dolarla! İşçi ilişkilerindeki değişim Grev eylemleri yalnızca Çin’deki çokuluslu şirketleri korkutmakla kalmadı, işçiyi kontrol altında bulunduran sisteme meydan okuma işlevini de gerçekleştirdi. Tipik olarak, fabrikalar içindeki koşulları kontrol altında tutan, idare eden, kapitalistlerle yerel yöneticiler arasındaki, sözlü olmayan anlaşmalarla varılan koalisyonlardır. Eski, devlet mülkiyetindeki işletmelerde veya gevşek ortak girişimlerde sendikanın bir rolü olabilmekteydi fakat özel sektör şirketlerinin çoğunda sendikanın bir etkisi bulunmamaktadır. Wal-Mart, Apple, Nike gibi uluslararası dev şirketler için çalışan pek çok taşeron firma için de kanıtlandığı gibi, genellikle büyük şirketlerin yaptığı işçi-yasası ihlâllerine, yerel hükümetler de arka çıkmaktadırlar. Fakat hızlı büyüme ve yüksek teknolojili modern üretim karşısında işçileri kontrol metotları etkisiz kalmaktadır. Küresel ekonomik kriz başlangıcında, 2008 ve 2009 yıllarında meydana gelen yüzlerce işçi mücadelesi, milyonlarca Çinli işçiyi etkiledi. Kendilerini toparlayan işçiler şimdi seslerini duyurma yolları arıyorlar. Kapitalizme geçişin gerçekten hızlı bir ivme kazandığı 1990’lardan beri, işçi ücretlerinin Çin ulusal gelirindeki payı sürekli düşmekte ve şimdi hükümet, yerli talebi yükseltmek amacıyla, resmî olarak ücretlerde artışa gidilmesini istiyor. Yeni açıklık Bu durum mücadelelerine meşruluk kazandırdığı için, işçiler bundan avantaj sağlamak istemektedirler. Değişen iklim, gittikçe artan bir açıklıkla medyada da yansımasını buldu. Honda grevlerinde ve Foxconn intihar vakalarında, basında yer alan haberler önceden görülmedik bir şekilde doğruluk içermeye başladı. Aynı zamanda Çin işçi yasalarına ve sendikalara reform getirme konusundaki giderek büyüyen çelişkiler, hükümet ve Komünist Parti içinde de görülebiliyor. Guangdong’daki Komünist Parti başkanı, işçi taleplerine sempati ile baktığını ve yerel sendikaların pazarlıkta yer alma girişimlerini desteklediğini açıkça beyan etti. Bazı bölgesel ve yerel sendika liderleri de onunla aynı fikirde. Guangdong, Çin’deki en kapitalist bölge unvanını kazanmışken, bölge valisi, fabrikadaki sendikaların demokratik yolla seçimi, işçilere toplu sözleşme için fabrika bazında hak verilmesi ve sendikaların, yerel ve bölgesel düzeyde yapılan pazarlıklarda daha geniş rol alması için, doğrudan çağrı yapan bir genelge yayımladı. Bu genelgeye göre, işçiler, fabrikadaki ücret görüşmelerinde hazır bulunmak üzere sendika temsilcilerini ve delegelerini seçebilecektir. Ancak genelge, grev hakkı konusunda belirsizliğini sürdürmektedir. Şüphesiz hükümet, sendikalar, işveren birlikleri ve hükümet arasında, istikrarlı bir sendika ve çok az grevin olduğu, örneğin Almanya ve Singapur gibi yabancı ülkelerdeki, bir ortak çalışma, işbirliği modelinin arayışı içindedir. Tabii ki bu tür politikalar, Guangdong’daki kapitalistlerden olduğu kadar, Hong Kong ve Tayvan’dakilerden de sert tepkiler almaktadır. Bu kapitalistlerin yerel hükümette görevli adamları, kavgaya karışmakta ve yerel hükümetlerdeki veya sendikalardaki herhangi bir demokratik reforma karşı şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Yerel koalisyonların bu gücü, Honda Nanhai fabrikasında, gidilen grevden sonra aşikâr bir hale gelmiştir. Yılda 41,600 dolar kazancı olan fabrika sendikasının şimdiki başkanı, bölge sendika liderlerinden gelen ısrarlı baskılara rağmen, yerinde kalmayı sürdürmektedir. Çin’de, sendika bağımsızlığı hakkını kazanmak için mücadele, zorlu bir mücadele olma niteliğini sürdürmekte. Pek çok diğer bölgede, otoriteler, işçi mücadelelerine karşı daha sert bir duruş sergilemektedir. Tüm-Çin Sendikaları Birliği Federasyonu ulusal başkanlığı, sendikaların şirketlerden veya hükümetten bağımsızlaşması için atılan hiçbir önemli adımı desteklememiştir. Yalnızca Çin’de değil endüstrileşmiş tüm ülkelerde, sendikalara ders olan, hiçbir işyeri örgütleme deneyimi olmayan genç göçmen işçilerin eylemliliğidir. 23 Aralık 2010, Labor Notes Boy Lüthje - 08 Ocak 2011 * Boy Lüthje: Almanya’da Frankfurt Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nde üst düzey bir eleman olup, Alman sendikalarında işçi eğitmenliği yapmaktadır ve Çin ve diğer gelişmekte olan ülkeler ekonomilerine içerik olan küresel üretim üzerine uzmanlık çalışmalarını sürdürmektedir. Bu makale ilk olarak ABD kaynaklı Labor Notes’ta yayımlanmıştır.

AYAKKABICILAR HER YERDE GÜVENCESİZ !..


Ayakkabı işçileri her yerde güvencesiz / Sema Barbaros • 

 Güvencesiz, kayıt dışı, ağır, uzun çalışma koşulları, sağlıksız ortamlar ve meslek hastalıkları kundura işçilerinin hayatının bir kesiti. Adana’daki işçilerin eyleminin ardından gündeme gelen ayakkabı ve saya işçilerinin çalışma koşullarının ağırlığı, İstanbul’da da sektörün yoğunlaştığı Merter’de aynen yaşanıyor. Adana’daki işçiler gibi uzun çalışma koşullarından şikayet eden Merter’deki ayakkabı işçileri, sabah işe giriş saatlerinin belli olduğunu ancak çıkış saatlerinin belli olmadığını anlatıyorlar. Büyük çoğunluğu sigortasız çalışan işçiler, yurt dışından gelen kaçak işçilerin de piyasadaki fiyatları düşürmesinden şikayetçiler. Denetim yapılmaması nedeniyle kayıt dışının devam ettiğini belirten işçiler, 4 yıldır zam alamadan çalışıyorlar. 

PATRONUN KEYFİNE GÖRE ÇALIŞIYORLAR 

Muhamer Artelen Konya’dan İstanbul’a göç etmek zorunda kalan saya işçilerinden. Çalışma koşullarının keyfi olduğunu söyleyen Artelen, “Patron dese ki ‘İş yok çıkıp gidin’ yapabileceğimiz bir şey yok. Bir güvencemiz yok, onun keyfine göre çalışıyoruz” diye konuştu. İstanbul’daki ayakkabı işçilerinin de Adana’dakiler gibi ortak hareket etmesi gerektiğini ifade eden Artelen, “Kundura işçilerinin hepsi keyfe göre çalışıyor. Usta istediği zaman işten atıyor. İşçiler tazminat almasın diye sigorta yaptıkları işçileri de 1 yıl dolmadan işten atıyorlar. Devletin bunları denetlemesi lazım. İşçilerin toplanıp sorunlarına karşı ortak karar alması lazım. İtalya’da bir saya işçisi 4-5 yıl çalışarak kazandığı para ile bütün bir hayatını amorti edebiliyor. Bizde ise işçiler açlıkta ölüyor” dedi. Emekli olmasına rağmen çalışmak zorunda kaldığını anlatan bir işçi ise şöyle konuştu: “Çünkü yetmiyor. Günde 10-15 saat çalışıyoruz ama çalışanın hakkını doğru düzgün veren yok. Bu sektörde benim gibi emekli olabilmiş kaç kişi vardır ki? Buranın büyük çoğunluğu sigortasız. Bazı ustalar ‘Ben sana sigorta yaparım ama 100 liranı keserim’ diyor. İnsanlarda tabi mecburen 100 lirayı almayı tercih ediyor. Çünkü zaten geçinemiyor. Para yoksa sağlık da yok. Benim eşim kanserdi 35 bin lira harcadım kurtardım. Niye devlet aspirini karşılıyor kanser ilacını karşılamıyor. Devlet sigarayı nasıl kontrol ediyorsa işçinin sigortasını da öyle denetleyecek.

” 39 YILDA ZOR EMEKLİ OLDU 

47 yıl önce ilkokul 3. sınıftayken Gedikpaşa’da ayakkabı işine başladığını anlatan Emin Turkun, emeklilik başvurusunu daha yeni yaptığını söyledi. “Güzel işti kunduracılık ama artık kimse para kazanamıyor. Evini geçindiremiyor, çolunu çocuğunu doyuramıyor. Kundura işçilerinin çoğu sigortasızdır. Benim ilk sigortamı 1973 yılında babam yaptı. Şimdi 15 gün çalıştırıyor sonra işten çıkartıyor. 39 yılda zor emekli oldum. Kendi cebimden ödedim çoğu zaman. Eski Başbakan Menderes, Gedikpaşa’da Bu dilencileri buradan atın’ dediğinde yanındakiler ‘Başbakanım bunlar zanaatkar. Ayakkabı yapıyorlar’ demişler. O zaman Milletvekili ile ayakkabıcının maaşları aynıymış. Şimdi memurun aldığı parayı alamıyorlar” diyen Turkun, çocuklarının ayakkabı sektörüne kesinlikle sokmayacağını dile getirdi. Sigortasız çalışanların zaten zor geçindiği, Genel Sağlık Sigortası primi ödeme durumlarının olmadığını belirten Turkun, devletin vatandaşını sömürme çabası içinde olduğunu düşünüyor.

 BU İŞTE ÇALIŞACAKLARINA DİLENSİNLER 

1973 yılında ilkokulu bitirir bitirmez Bartın’dan İstanbul’a gelip kundura işinde çalışmaya başlayan Mustafa Günaydın da emekli olup çalışmak zorunda kalan işçilerden. Beyoğlu’da çalışmaya başlayan Günaydın, uzun süre çalıştığı bir çok firmanın sadece ikisinin sigorta yaptığını dile getirdi. Ayakkabı işinde çalışanların sahipsiz olduğunu, iş olduğu zaman çağrılıp çalıştırıldığını sonra da kapının önüne koyulduklarını anlatan Günaydın, bazı firma sahiplerinin atölyelerinde çalıştırdığı işçileri değil akrabalarını sigortalı gösterdiğini kaydetti. Günaydın, “Akrabalarım neden çocuklarını kendi işine sokmuyorsun diyorlar, ben de çocuklarım benim işimi yapacağına gitsin cami önünde dilensin diyorum. Yılda en fazla 6 ay çalışılıyor” diye konuştu. 

 GÜÇLERİ VAR AMA ÖNDER YOK 

Yıllar önce Beyoğlu’da bir dernek kurduklarını, patronların derneğe üye olan işçileri işten attığını aktaran Günaydın, ayakkabı işçilerinin sendika kuracak güçleri olduğunu ama önderlerinin olmadığını söyledi. Hükümetin özel hastanelerin önünü açtığını dile getiren Günaydın, “Neden çünkü para var. Reçete başı para ödeniyor. Refah nerede? İstedikleri prim kadar sağlık hizmeti vermiyorlar ki. Geliri olmadan bankalara borçlanan kişilerin sayısını biliyor musun? İnsanların geliri olmadığı için bankalardan para alıyor sonra da borcunu ödeyemiyorlar. Refah içinde olsak insanlar bankalardan para dilenir mi? Bende kredi çekmek istedim. Gittim bankaya kefil istediler, 5 emekli kişi götürdüm beşinin de borcu var” dedi. 

PATRONLAR BİRLİK 

 15 yıldır ayakkabı işinde çalışan Ali Uçar ise sürekli iş olmadığını üç ay çalışıp 3 ay ücretsiz izine gönderildiklerini söylüyor. İşçilerin sigortalarının yapılmadığını, devletin de bunu denetlemediğini dile getiren Uçar, ayakkabı sektöründeki bütün patronların birlikte hareket ettiklerini, fiyatlarını bile birlikte belirlediklerini söyledi. Uçar, buna karşı işçilerin birlikte hareket edemediğini belirterek, “İşçiler bir araya geldiği zaman her şeyi başarır. Kim eylem yapsa ya terörist oluyor ya da mahkeme salonunda bitiyor. İşçiler eyleme çıkmadan acaba işimden olur muyum diye düşünmek zorunda bırakılıyor” dedi. 37 yıldır saya işçisi olan Hasan Yalvaç, değerli olmasına rağmen mesleklerinin hak ettiği değeri görmemesinden şikayet ediyor. Kaç saat çalıştıklarının belli olmadığını dile getiren Yalvaç, fiyatlarında sürekli indirildiğini söyledi. Yalvaç, “Sigortam yok. Benim sigortasız çalıştığımı devlet biliyor, görüyorlar ama bir şey yapmıyor. İşçiler sigortasının yapılması için yarısını ben ödeyeyim yarısını sen öde diyorlar patronlara onu bile kabul etmiyorlar. Hastaneye kendi paramla gidiyorum. Yeşil kartım vardı o da iptal ediliyor. Birlik olmadan hiçbir şey olmaz” diye konuştu. Azerbaycan’dan çalışmak için Merter’e gelen Turam isimli işçi ise şöyle konuştu; “Üç yıldır oturma izni ile buradayım. Biz daha zorlanıyoruz. Bekarız. Kira veriyoruz, işsiz kaldığımız zaman çok zorlanıyoruz. Sağlık konusunda Azerbaycan’da güvencemiz var ama burada çok işe yaramıyor. Hastanede para istedikleri zaman veriyoruz.” (İstanbul/EVRENSEL )


AYAKKABININ TARİHÇESİ

AYAKKABININ TARİHÇESİ MİLATTAN ÖNCEKİ DÖNEMDE AYAKKABI









Tarihte bilinen ilk ayakkabı şekli, düzleştirilmiş ot veya kaba derinin ayağa ilkel iplerle bağlanmasından oluşmaktadır. Mevcut kaynaklara göre ayakkabıya ait ilk bulgulara Avrupa (İspanya, Fransa, İtalya)’ daki mağaralarda rastlanmaktadır: “M.Ö. 12000-15000 yıllarında İspanya’ nın doğusundaki paleolitik mağara resimlerinde erkeklerin deri, kadınların kürk çizme giydikleri görülmektedir.”Bu alandaki en eski kanıtlardan birisi de M.Ö. 8000 yılına tarihlenen Amerika yerlilerine ait sandaletlerdir. Eski Mısır’ da yalın ayak dolaşmayanlar, iki bantla ayağın üzerinden tutturulan ve çoğu kez süslü sandaletler giymişlerdir. Mısırlılar’ ın kutsal emanetleri arasında papirus yapraklarından yapılmış çeşitli sandaletler mevcuttur. Mısır’ da sandalet imalatının itibarlı bir sanat dalı olarak kabul gördüğü bilinmektedir. PAPİRUS’TAN YAPILMIŞ SANDALET Ayakkabı konusunda oldukça yaratıcı olan Mısırlılar, M.Ö. 3500 yıllarında ıslatılmış kumda ayaklarının kalıplarını çıkarıp, bu kalıplarda şekillendirdikleri tabanı ham deriye bağlayarak sandaletler yapmışlardır. Bu sandaletler zamanla giyen kişinin statüsünü gösteren birer simge halini almıştır. Kadınlar mücevherlerle süsledikleri ayaklarını sergileyip, erkekler ise deri kayışlarla ender bulunan değerli taşlar taktırmışlardır.Mısırda yaygın olarak sandalet kullanılırken Anadolu’ da Hititler, bugün kullanılan çarıklara benzer ayakkabılar giymişlerdir. Kaynaklara göre Mezopotamya’ da M.Ö. 3000 yılından önce Mısır sandaletlerine benzer sandaletler Sümer askerleri tarafından kullanılmıştır. M.Ö 2000’ den sonra ayağa bantlarla bağlanan sandaletler yaygınlaşmıştır. Mezopotamya’ da sandaletin dışında Anadolu etkisiyle çizme ve bot da giyilmiştir. Bütün binici halklar gibi Asurlular da çizme giymişlerdir. İlk ökçeli ayakkabıları da onlarda görmekteyiz. Üstten bağcıklı ayakkabılar da Asurlular’ ın buluşudur. İranlılar çeşitli kabartmalarda, ayakkabılı olarak tasvir edilmiştir.M.Ö. 5. yüzyılın sonlarına doğru, Atina’ da zafer tanrıçası Nike’ ın toprağının elden gidişi ve savaş alanından çekilme figürünün simgelenmesi bağı çözülmüş sandaletler ile gösterilmiştir. Eski Yunan’ da ise bildiğimiz sandaletlerin yanı sıra, bot tipi ayakkabılar da giyilmiştir. Yunan ayakkabıları üç çeşittir: Kayışlarla bağlanmış basit bir tabandan ibaret olan sandal, ayrıca bir tabanı olmayan aba ayakkabı ve kothornos adı verilen devrik konçlu bir çeşit potin. Aynı tip ayakkabıları Romalılar’da kullanmışlardır. Romalılar da ayakkabı modelleri giderek zenginleşip çeşitlenmeye başlamıştır. Eski Yunan ve Romalılar’da M.Ö. 500’ lerde sahnede boyu uzun göstermek için ökçenin yerini tutan, yüksek mantar tabanlı ve konçlu “kothurnus” modeli ayakkabılar, trajedi aktörlerince giyilmiştir. KOTHURNUS Japonlar’ ın sandaletle tanışıklığı da çok eskilere dayanır. Japon sandaletlerindeki her bir şeklin ayrı bir mevkii veya mesleğe işaret etmesi, ayakkabıya verdikleri önemin bir simgesidir. MİLATTAN SONRAKİ DÖNEMDE AYAKKABI M.S. 270-275 yılları arasında Roma İmparatoru Aurelianus, erkeklerin renkli ayakkabı giymelerini yasaklamış, kadınlara kırmızı, yeşil, sarı ve beyaz ayakkabı kullanma izni vermiştir.Eski Yunan ve Roma döneminde sandaletin yaygın olarak kullanılmasına karşın, Bizanslılar 4. Yüzyıldan başlayarak kahverengi ve siyah deriden yapılmış terlik ve kapalı ayakkabılar giymeye başlamışlardır. Bizans ayakkabıları, Pers formlarından ve Orta Asya Türk kavimlerinin ayakkabı formlarından da etkilenmiştir: Mezopotamya uygarlığının son temsilcisi Persler (İranlılar), Hitit çizme ve botlarında kendi kültürlerine uygun değişiklikler yaparak ucu kesik, bilekten üç bağcıkla (siyah ve kırmızı renklerde) bağlanan modeli geliştirmişlerdir. Bu model, Antik Yunan, Roma ve Bizans’ ta da görülmüştür. 1000’ li yılların başlarından itibaren Anadolu’ ya giren Türklerin giydiği siyah, kırmızı, sarı bot ve çizmeler de Bizanslılar tarafından kullanılmıştır.Ortaçağ’ da, 13. yüzyıl ortalarında özellikle Avrupa saraylarında görülen, “poulaine” isimli ucu sivri ve yukarı kalkık model Hitit formları ile Doğu etkisiyle biçimlenmiştir. POULAINE 16. yüzyılda Avrupa’ nın en ilginç ayakkabıları çıkış noktası Türk takunyaları olan chopinelerdir. “Chopine” yüksek tabanlı, süslü kadın ayakkabısıdır. Chopinelerin tabanları Venedik’ te 75 cm’ e kadar ulaşmıştır. Bu tarzın Venedikli kadınların da Türk kadınları gibi sokağa daha az çıkmaları için uyarlandığı belirtilir. CHOPINE 16. yüzyılın sonlarına doğru erkek ve kadınlarca giyilen “mule” ya da ökçeli terlikler moda olmuştur. Bu tür terliklerin burunları uzunca, keskin kare kesimli ve yüzleri kapalıdır. Genellikle ipek, kadife ve saten brokar lüks kumaşlardan yapılmış sayaları ipek, altın ve gümüş alaşımlı stilize çiçek motifleri ile kabartma işlidir. Barok dönemde yumuşak ve akıcı biçimlere olan tutku, ayakkabı ve ölçülere de yansımıştır. Düğmeler ve tokalarla süslü olan ayakkabılar işlemeli ve kadife kumaşlardan üretilmiştir. Ökçeler giderek yükselmiştir. Rönesans ile birlikte ayakkabı modasındaki aşırılılıklar, yerini geniş rahat modellere bırakmıştır. Bu dönemde genellikle deri, kadife, ağır ipekten üzeri işlemeli ve alçak ökçeli ayakkabılar (kadınlar için babet tarzı) giyilmiştir. 1790, Fransız İhtilali sonrası yüksek ökçeler ortadan kalkınca insanlar sokakta çamurdan korunmak için ayakkabılarına mantar ökçeli “şoson” lar giymeye başlamışlardır. 1820-50 arasında kadın ayakkabılarında ökçeli modeller eski önemini yeniden kazanmıştır. Erkekler içinse kibar ve sade bir şıklığa sahip, bileğe kadar uzanan “bottinelaer” adlı formlar moda olmuştur. Ayakkabının insan ayağına uyumu, aşağı yukarı 100 yıllık bir geçmişi olan “Pedortiks” biliminin alanına girmektedir. Bu bilimin temeli İngiltere Kralı II. Edward’ ın 1324’ te inç’ i tarif etmesiyle atılmıştır. Bu tarihten sonra ayakkabılara standart numaralar verilmeye başlanmıştır. Bugün kullanılan İngiliz Ölçü Sistemi, 1880 yılında, New York’ lu Edwin B. Simpson tarafından başlatılmıştır. Bu ölçü sistemi, her bir numara artışında ayakkabının 1/3 inç büyümesini, ¼ inç de genişlemesini esas almaktadır. TÜRKLER’DE AYAKKABININ TARİHÇESİ Türk dilinde ayakkabı anlamındaki en eski sözcük “edik” tir. Orta Asya Türkleri’nde edik; “çizmeye benzer konçlu bir ayakkabı” dır. Edik sözcüğünün 8. Yüzyılda Orhun Yazıtlarında geçmesi, o dönemde Türkler’ in çizme, bot giydiklerini ortaya koymaktadır. Anadolu Türkleri’nde ayakkabıcılık zanaatı ile ilgili en eski bilgiler İbn-i Batuta Seyahatnamesi’ nde görülmektedir. İbn-i Batuta 1330 yılında Antalya’ da dikicilerin bulunduğunu anlatmaktadır. Konuyla ilgili Osmanlı İmparatorluğu dönemine ait belgeler de mevcuttur. Eski kayıt ve belgelerde ayakkabıcı veya ayakkabı kelimelerine rastlanmamaktadır. Bu esnaf ve sanatkarların adı, Babuççu (babuçi), Başmakçı, Dikici ve Haffaf olarak geçmektedir. Eskiden Babuççuların ve Dikicilerin yaptıkları malları satan tüccara Haffaf denmiştir. Bu kelime sonradan bozularak Kavaf olmuştur. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Mercan yokuşunda Babuççu bekârlarının kaldığı sekiz adet bekâr odası (Mercan Odaları) olduğunu belirterek ayakkabıcılar hakkında bilgi vermektedir.

Evliya Çelebi, ayakkabı imalatçılarını gözü pek, haffafları ise pabucu beş akçe kar ile satmaya razı olmayan, insafsız ve müşteriye kan ağlatan kişiler olarak anlatmaktadır.

Ayakkabı yapan zanaatkarlar, yaptıkları iş bakımından şu bölümlere ayrılmıştır: • Kırmızı ve kara pabuç yapan ustalar, • Zenne pabucu yapan ustalar, • Erkek çizmesi yapan ustalar, • Zenne çizmesi yapan ustalar. Ayakkabı çeşitleri ise şunlardır: • Dikişli kara pabuç (postal), • Dikişli kırmızı pabuç • Kopçalı lapçın mest (Gıcırlı mestler sonradan icat olmuştur), • Erkek terliği (Mercan terlik), • Zenne terliği, • Zenne ayakkabısı (bunlara sarı şipitik pabuç denilmiştir, taban astarları çuhadan yapılmıştır), • Parlak zenne kundurası (gelinler için yapılmıştır), • Dikişli erkek çizmesi (bunların konçları, sahtiyan olup altları ökçesiz ve düzdür. Ökçe mahalline büyük bir nalça konmuştur. Bu nalçalar ökçeye içten çivi ile perçinlenmiştir. Uzun konçları yukardan dizkapağı altına bağlanmıştır. Bu bağın üzerine de, bir kısım konç devrilmiştir), • Zenne çizmeleri (konç yüzleri, telli bezlerden yapılmıştır. Renkleri sarı ve kırmızı olmuştur. Konçları da erkek çizmelerinden daha kısa yapılmıştır. Bu çizmeleri çoğunlukla köy gelinleri giymiştir). Osmanlı Türkleri’ nde deri işleme sanatının gelişmiş olması ve özellikle Yeniçeri Ocağı’ nın at binmede geçerli olan yumuşak deri çizmelere gösterdiği ihtiyaç yüzünden ayakkabıcılık çok gelişmiştir. Yalnız asker ocağında değil, sivil hayatta da ayakkabıların, giyenin sosyal durumunu gösteren özellikleri olmuştur. Örneğin, hizmetkar çizmesini sadece bu sınıfın görevlileri giymişlerdir.

Türkler’ in Anadolu’ ya gelmesinden sonra 14. yüzyıldan en az 17. yüzyıl sonuna kadar ayakkabıcılar Ahilik Teşkilatı içinde belirli kurallara bağlı olarak yaşamışlardır. Daha Anadolu Selçuklu Devleti döneminde dikicilerin bulunması, Akdeniz Bölgesi’ nde üretimi devam etmekte olan yemenilerin kökeninin 14. yüzyıla kadar gittiğini göstermektedir. Üç asırlık dönemde ayakkabıcılar genel olarak; çizme, pabuç, terlik ve mest yapanlar biçiminde sınıflandırılmaktadır. Ayrıca ayakkabı tamircilerinin bulunduğunu da Evliya Çelebi anlatmaktadır.

 YEMENİ Yakın zamana kadar ayakkabı üreten tek kamu kuruluşu olan Sümerbank Beykoz Deri ve Kundura Sanayi Müessesesi’ nin kuruluşu 1810’ lu yıllara kadar gitmektedir. 1923’ te Cumhuriyet’ in ilan edilmesinden 1950’ ye kadar ısmarlama ayakkabı dönemidir. Bu dönemde düşük gelir seviyesi, kısıtlı talep ve üretimin tamamen el emeğine dayanması sonucu, ayakkabı üretim miktarı sınırlı kalmıştır. 1950-1975 döneminde ayakkabıcılık makineleşmeye yönelmiş, üretim önceki döneme göre birkaç katına çıkmış, fakat kitle üretimine geçiş mümkün olmamıştır.1975 yılından sonra Ayakkabı Sanayi gelişme yoluna girmiştir. Makineleşmiş ve yarı makineleşmiş tesislerin artması, ihracatta görülen artışlar ve devletle ilişkilerin sıkılaşması bu döneme rastlamaktadır. 1980 sonrası hükümetlerin izlediği dışa açılma ve ihracat teşvik politikaları Ayakkabı Sanayiini de etkilemiştir. Sovyetler Birliği’ nin dağılmasından sonra bu birliği oluşturan ülkelerin vatandaşları Türkiye’ den bavul ticareti yoluyla ciddi miktarda ayakkabı satın almışlardır. Diğer yandan bu talebe bağlı olarak sektörde makineleşme oranı yükselmiş, kurulu kapasite artmıştır. Yine bu dönemde düzenli fuarlar yapılmaya başlanmış, 1989 yılında lise düzeyinde ayakkabıcılık mesleki-teknik eğitimi başlamıştır.





Erken dönem Monta makinesinin icadı



Jan Matzeliger, 1852'de Hollanda Guyanası Paramaribo'da (bugün Surinam olarak bilinir) doğdu. Annesi Surinamlı bir ev hanımı babası ise Hollandalı bir mühendis olan Matzeligerin babası aynı zamanda ticaretle uğraşan bir ayakkabıcıydı. Küçük Matzeliger, mekaniğine ilgi gösterdi ve babasının makine mağazasında 10 yaşında çalışmaya başladı.

Matzeliger 19 yaşındayken Guiana'dan ayrılarak bir ticaret gemisine katıldı. İki yıl sonra, 1873'te Philadelphia'ya yerleşti. İngilizceyi çok az bilen koyu tenli bir adam olarak Matzeliger hayatta kalmak için mücadele etti. Yerel bir siyah kiliseden destek aldı ve kabiliyeti sayesinde kendisine bir yaşam kurdu ve sonunda bir ayakkabıcının yanında çalışmaya başladı.

Buluşu Ayakkabı yapımı üzerine "Kalıcı" bir etki yarattı

O zamanlar Amerika'daki ayakkabı endüstrisi Lynn, Massachusetts’te merkezileşmişti ve Matzeliger oraya gitti. Ve sonunda bir ayakkabının farklı parçalarını birleştirmek için kullanılan bir tek-dikiş makinesini çalıştıran bir ayakkabı fabrikasında işe başladı. Ayakkabıcılığın son aşaması ayakkabının üst kısmını tabana tutturmak, oldukça emek isteyen, elle yapılan zor ve zaman alıcı bir işti.

Matzeliger, monte etme işinin makine tarafından yapılabileceğine ve bunun nasıl işe yarayacağına karar verebileceğine inanıyordu. Monte makinesinde, ayakkabının üst kısmını kalıbın üzerine sıkıca yerleştirdi, tabanın altına çiviyle tutturdu.

Monta Makinesi ayakkabı endüstrisinde devrim yarattı. Bir ayakkabının monte edilmesi 15 dakika almak yerine, bir dakika içinde bir taban tutturulabiliyordu. Makinenin verimliliği seri üretime neden oldu - tek bir makine bir elle üretimden 50'ye kat fazla üreterek günde 700 ayakkabı yapabilirdi ve üretim maliyetleri düşebilirdi.

Jan Matzeliger, 1883’te buluşu için bir patent aldı.

Trajik bir şekilde, bir süre sonra tüberküloza yakalandı hastalığı iyice ilerledi ve 37 yaşında öldü.

Hisse senedi gelirlerini arkadaşlarına ve Massachusetts, Lynn'deki ilk İsa Kilisesi'ne bıraktı.