KUNDURACI ÖYKÜLERİ
1.öykü
Toplu Öyküler - Isaac Bashevis Singer
Kunduracılar ve Soyağaçları
Küçük kunduracıların ailesi sadece
Frampol'da değil, çevresinde de -Yanev, Kreşev, Bilgoray, hatta Zamoşoh'ta- nam
salmıştı. Ailenin kurucusu olan Abba Şuster, Kmielnitzki katliamından bir süre
sonra gelmişti Frampol'a. Yassı tepede, kasap ahırlarının arkasında kendine bir
arsa almış ve daha düne kadar yerli yerinde duran bir ev yapmıştı. Aslında ev
pek de iyi durumda değildi - taş temelleri toprağa gömülmüş, pencereleri
çarpılmış, tahta kiremitleri yosun yeşiline dönmüş ve serçe yuvalarıyla
dolmuştu. Dahası, kapı da evle birlikte aşağı çökmüş, pervazları bel vermişti;
insan eşikte bir basamak yukarı çıkmak yerine bir basamak aşağı inmek zorunda
kalıyordu. Yine de ilk başlarda Frampol'u kasıp kavuran bütün yangınları
atlatmıştı. Ama çatı kirişleri öyle çürümüştü ki, üzerlerinde mantar bitiyordu,
bir sünnetten sonra kanı emdirmek için talaş gerekse, duvarın dış tarafından
bir parça tahta koparıp parmaklar arasında ovalamak yeterliydi. Çatının eğimi
öyle dikti ki, baca temizleyicisi üzerine tırmanamıyordu, bu yüzden de baca sık
sık tutuşuyordu. Evin bir felakete kurban gitmemesi Tanrının bir kerametiydi.
Abba Şuster adı, Frampol Yahudi
cemaati vakayinamesinde, bir parşömene kaydedilmişti. Abba her yıl altı çift
ayakkabı yapıp dul ve yetimlere dağıtırdı; bu hayırseverliğini ödüllendirmek
için sinagog, Tora okunduğu zaman onu Murenu, yani "hocamız"
sıfatıyla davet ederdi.
Mezar taşı kaybolmuştu ama
kunduracılar mezarın yerini bir işaret sayesinde biliyorlardı - yakınında bir
fındık ağacı vardı. Kocakarılara bakılırsa fındık ağacı Rabi Abba'nın
sakalından fışkırmıştı.
Rabi Abba'nın beş oğlu vardı; biri
dışında hepsi komşu kasabalara yerleşmişti; sadece Getzel Frampol'da kalmıştı.
O da babası gibi hayır işlemek için fakirlere ayakkabı yapıyordu ve mezar
kazıcıları birliğinde faaldi.
Kayıtlara bakılırsa Getzel'in Godel
adında bir oğlu, onun Treitel adında bir oğlu ve Treitel'in de Gimpel adında
bir oğlu olmuştu. Kunduracılık zanaatı kuşaktan kuşağa aktarılmıştı. Ailenin
bir kuralı vardı: En büyük oğlan baba evinde kalıyor ve baba mesleğini
sürdürüyordu.
Kunduracılar birbirlerine benziyordu.
Hepsi kısa boylu, sarı saçlı, dürüst ve güvenilir zanaatkârlardı. Frampol
halkı, ailenin kurucusu Rabi Abba'nın ayakkabı yapmayı Brodlu bir ustadan
öğrendiğine inanıyordu; deriyi sağlamlaştırıp dayanıklı bir hale getirmenin
sırrını ona bu usta öğretmişti. Evlerinin bodrumunda, küçük kunduracıların
derileri ıslatmak için kullandığı bir fıçı vardı. Tabaklama sıvısına başka
hangi kimyevi maddeleri eklediklerini sadece Tanrı bilirdi. Formülü yabancılara
söylemiyorlardı; bu sır babadan oğula geçiyordu.
Küçük kunduracıların bütün nesilleri
bizi ilgilendirmediğinden, sadece son üç tanesiyle kendimizi sınırlayacağız.
Rabi Lippe epeyce yaşlandığı halde hiç çocuğu olmamıştı, soyunun da onunla birlikte
ortadan kalkacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Ama yetmişine merdiven dayadığı
sıralarda karısı öldü, o da yaşı biraz geçkince bir bakireyle, mandırada
çalışan bir kızla evlendi; karısı ona altı çocuk doğurdu. En büyük oğulları
Feivel'in hali vakti yerindeydi. Halk yararına yapılan işlerde ön plandaydı,
bütün önemli toplantılara katılırdı, senelerce terziler sinagogunda zangoçluk
yapmıştı. Bu sinagogun âdeti her Simha Tora'da yeni bir zangoç seçmekti.
Seçilen adamın başına bir balkabağı konarak onurlandırılırdı; balkabağı
mumlarla süslenir, şanslı adam evden eve gezdirilir, her durakta kendisine
şarap, çörek ya da ballı kek ikram edilirdi. Ama tesadüf bu ya, Rabi Feivel tam
da Simha Tora'da, Şeriat gününde, yine böyle evden eve gezerken öldü; pazar meydanının
ortasında yere yığıldı, bir daha da kalkamadı. Feivel kasabanın önde gelen
hayırseverlerinden olduğu için, cenazeyi kaldıran haham, başının üzerinde
taşıdığı mumların onun için Cennete giden yolu aydınlatacağını söylemişti.
Kasasında bulunan vasiyette, mezarlığa götürüldüğünde, tabutunun üstündeki
siyah örtünün üzerine bir çekiç, bir biz ve bir kundura kalıbı konulmasını
istemişti, böylece müşterilerini asla kandırmayan, dürüst bir zanaatkâr olduğu
anlaşılacaktı. Vasiyeti yerine getirildi.
Feivel'in büyük oğluna ailenin
kurucusu Abba'nın adı verilmişti. O da diğer aile üyeleri gibi kısa ve
tıknazdı, uzun sarı bir sakalı, sadece hahamlarla kunduracılarda görülen
kırışıklarla kaplı geniş bir alnı vardı. Gözleri de sarıydı ve genel olarak
asık suratlı bir tavuk izlenimi veriyordu. Yine de akıllı bir işadamıydı,
ataları gibi hayır işlerine düşkündü ve Frampol'da sözünün eri dendi mi akla o
gelirdi. Yerine getirebileceğinden emin olmadan asla söz vermezdi; emin olmadı
mı, kim bilir, Tanrı izin verirse ya da belki derdi. Hem biraz okumuş
yazmışlığı da vardı. Her gün Tora'nın Yidiş çevirisinden bir bölüm, boş
zamanlarında da halk masalları ve destanlar okurdu. Abba, kasabaya gelen gezici
vaizlerin tek bir vaazını bile kaçırmazdı, özellikle de kış aylarında sinagogda
okunan İncil bölümlerini dinlemeye bayılırdı. Karısı Peşa, Şabat günlerinde,
Tekvin Kitabının Yidiş çevirisinden ona hikâyeler okuduğunda, kendisinin Nuh,
oğullarının da Şem, Ham ve Yafet olduğunu hayal ederdi. Ya da kendini İbrahim,
İshak veya Yakup gibi düşünürdü. Yaradan ona büyük oğlu Gimpel'i kurban
etmesini emretse, sabahleyin erkenden kalkıp hiç oyalanmadan emirlerini yerine
getireceğini tasarlardı. Polonya'dan, doğduğu evden ayrılmakta, dünyada Tanrı
onu her nereye gönderiyorsa oraya gitmekte hiç tereddüt etmezdi. Yusuf ve
kardeşlerinin hikâyesini ezbere biliyordu ama tekrar tekrar okumaktan hiç
bıkmazdı. Eskileri kıskanırdı, çünkü Evrenin Kralı kendini onlara göstermiş,
onlar uğruna mucizeler gerçekleştirmişti ama kendisinden, Museviliğin öncülerine
kadar kesintisiz bir kuşaklar zincirinin uzandığını düşünerek kendini teselli
ederdi - sanki kendisi de İncil'in bir parçasıydı. Yakup'un kasıklarından
çıkmıştı; o ve oğulları, kum gibi, yıldızlar gibi artan o tohumlardan
geliyordu. Kutsal Topraklardaki Yahudiler günah işlediği için Abba sürgünde
yaşıyordu ama Kurtuluş Gününü bekliyordu, zamanı geldiğinde hazır olacaktı.
Abba, Frampol'daki en iyi
kunduracıydı. Yaptığı botlar hep tam otururdu, ne sıkar ne de bol gelirdi.
Mayasıldan, nasırdan ya da varisten mustarip olanlar çıkarttığı işlerden
özellikle memnun kalır, yaptığı ayakkabıların kendilerini rahatlattığını iddia
ederlerdi. Yeni moda şeylerden, cicili bicili çizmelerden, acayip topuklu
terliklerden, ilk yağmurda düşen, kötü takılmış ökçelerden nefret ederdi.
Müşterileri saygın Frampol sakinleri ya da çevre köylerden gelen köylülerdi ve
en iyiye layıktılar. Ölçülerini, eski günlerdeki gibi düğümlü bir iple alırdı.
Frampol kadınlarının çoğu peruk takardı ama karısı Peşa başına aynı zamanda bone
de giyerdi. Ona yedi erkek evlat vermişti, Abba da çocuklara dedelerinin
adlarını koymuştu - Gimpel, Getzel, Treitel, Godel, Feivel, Lippe ve Çananya.
Hepsi de babaları gibi kısa boylu ve sarı saçlıydı. Abba daha en baştan onları
kunduracı yapacağını söylemişti ve sözünün eri bir adam olarak daha küçükten
tezgâhını seyretmelerine izin verdi, zaman zaman onlara eski bir atasözünü
hatırlatırdı - iyi iş boşa gitmez.
Günde on altı saatini tezgâhının
başında geçirirdi, dizlerinin üzerine bir çuval yayar, biziyle delikler açar,
iğnesiyle dikiş diker, deriyi boyar ya da cilalar, bir cam parçasıyla kazırdı;
çalışırken de Nedamet Döneminden ilahiler okurdu. Genellikle kedi yakınlarda
bir yere kıvrılır, sanki onu kollar gibi yaptıklarını seyrederdi. Kedinin
annesiyle anneannesi, zamanında küçük kunduracılar için fare avlamıştı. Abba
tepenin üzerindeki evinin penceresinden bütün kasabayı ve ötesini, Bilgoray
yoluna ve çam ormanlarına kadar görürdü. Sabahları kasap ahırlarında toplanan
çocuklu kadınları ve genç adamları, sinagogun avlusuna girip çıkan aylakları,
çay için su almaya tulumbaya giden kızları, alacakaranlıkta mikveye koşturan
kadınları seyrederdi.
Akşamları güneş batarken evi loş bir
ışık istila ederdi. Işık huzmeleri köşelerde dans eder, tavanda oynaşır, Abba'nın
sakalını altın rengine boyardı. Abba'nın karısı Peşa mutfakta kaşa [yulaf
ezmesi] ve çorba pişirirdi, çocuklar oyun oynar, komşu kadınlarla kızlar eve
girip çıkarlardı. Abba işinden kalkar, ellerini yıkar, paltosunu giyer, akşam
duası için terziler sinagoguna giderdi. Koskoca dünyanın yabancı şehirler ve
uzak memleketlerle dolu olduğunu, Frampol'un küçük bir dua kitabındaki bir
noktadan daha büyük olmadığını bilirdi; ama küçük kasabası ona evrenin merkezi
gibi gelirdi, kendi evi de kasabanın merkezindeydi. Mesih, Yahudileri İsrail
topraklarına götürmek için geldiğinde, kendisinin Frampol'da, evinde, kendi
tepesinde kalacağını düşünürdü. Sadece Şabat günü ve bayramlarda bir bulutun
üzerine çıkıp Kudüs'e taşınmaya razı olurdu.
2 öykü -
TATLI KAÇIK
Bertolt Brecht
Büyük babam öldüğü zaman, büyük annem
yetmiş iki yaşında idi. Büyük babam, ölümüne dek, Baden eyaletindeki bir
kasabada, iki üç yardımcısı ile birlikte, sahip olduğu küçük bir litografya
atölyesinde* çalışmıştı.
Büyük annem ise, oturdukları eski
evi, yanma yardımcı almadan çekip çevirir, evdeki erkeklere ve çocuklara yemek
yetiştirmek için uğraşıp dururdu.
Büyük annem ufak tefek, gözleri
kertenkele gözü gibi fır fır dönen, ince yapılı, hareketli bir kadındı; yalnız
konuşması yavaştı. Eline geçen çok az bir para ile, doğurduğu yedi çocuktan
beşini yetiştirip büyütmüştü. Bütün bunlar onu çökertmiş, yaşlı yıllarında
sanki daha da küçültmüştü.
Çocuklardan iki kızı Amerika'ya
yerleşmişlerdi. İki oğlu da yine.baba evinden ayrılmış, kendilerine ayrı ev
açmışlardı. Kasabada yalnız, biraz hastalıklı, zayıf bünyeli olan küçük oğlu
kalmıştı. Bu da, küçük bir yayınevinde çalışarak, kazandığı para ile kalabalık
ailesini geçindirmeye çalışıyordu.
Böylece, büyük annem, kocasının ölümü
ile evde yapyalnız kalmıştı.
Çocuklar birbirlerine, annelerini
konu alan mektuplar yazmaya başladılar: Şimdi yaşlı analarının hali ne olacaktı?
Oğullardan biri, onu yanma almak istiyordu. Yayın işleri ile uğraşan ise,
çoluğunu, çocuğunu toplayıp annesinin evine yerleşmeyi düşünüyordu. Fakat,
yaşlı kadın, bu önerilerin hiçbirine kulak asmadı. Her biri kendisine,
bütçesini sarsmayacak bir para yardımında bulunsun, bu yeterdi. Babalarının,
modası geçmiş baskı atölyesinin satışından ele geçen para, ancak kalan
borçları kapamaya yetmişti.
Annelerinin böyle tek başına
yaşamasına gönülleri razı olmasa da, onun direnişi karşısında, çocuklar bu
isteğe boyun eğdiler ve ona her ay para yollamaya başladılar. Nasıl olsa,
yayınevinde çalışan kardeşleri annelerinin oturduğu kasabada yaşıyordu.
Bu kardeşleri, her birine, zaman
zaman yazarak anneleri hakkında bilgi vermek görevini de üzerine almıştı. İşte
bu amcanın babama yazdığı mektupları okuduktan; onun büyük anneme yaptığı bir
ziyaret sırasında tanık olduklarını duyduktan; bir de, büyük annemin iki yıl
sonraki cenaze töreninin ertesinde söylenenleri öğrendikten sonradır ki, ben,
onun son iki yılını nasıl geçirdiği hakkında geniş olarak bilgi sahibi oldum.
Öyle anlaşılıyor ki, oldukça büyük
olan ve kimi odası boş duran evine, annesinin onu ve ailesini almaması,
kasabada kalan amcayı, ta başından, iyice gücendirmişti. Dört çocuğu ile, üç
odalı bir evde yaşıyordu. Annesi, bütün bunları sanki hiç bilmiyordu; zaten bu
oğlu ile ilişkisini hemen tümü ile kesmişti. Yalnız çocukları pazardan pazara,
ikindi kahvesine davet ediyordu, işte o kadar..
Oğlunu ancak, iki üç ayda bir görmeye
gidiyor ve eğer tam bu işin üstüne gitmişse gelinin reçel kaynatmasına
yardımcı oluyordu. Gelininin söylediklerine bakılırsa, bu işleri görürken,
kaç kez, evin darlığından yakınmış, darlıktan sıkıldığını söylemişti. Bu
satırları yazarken, yayınevi işçisi amca, tümcenin sonuna bir kaç tane ünlem
işareti koymaktan kendini alamamıştı.
Bir mektubunda babam, iyi ama, bu
yaşlı halinde kadıncağız vaktini nasıl geçiriyor, diye sormuş, kısaca,
sinemalara gitmekle, yanıtını almıştı. Sinemaya gitmek, o zamanlar, olağan
sayılan işlerden değildi, hele kendi çocukları için. Otuz yıl öncelerinin
sinemasını, bugünküler gibi, gözümüzün önüne getirmemek gerekir. Sinema
oynatılan yerler, çoğunlukla berbat, havasız bodrum katları idi. Bunların çoğu,
«Kegel» oynanan salonlardan dönüştürülmüştü. Giriş kapılarının iki yanma, göze
batan renklerle boyanmış cinayet, ya da aşk sahnelerini gösteren boy boy
resimler asılırdı. Sinemaların ziyaretçileri, hemen her zaman, yalnız gençler,
ya da karanlık yerleri seven sevgililer olurdu. Tek başına sinemaya gidip de
film seyreden yaşlı bir kadın, kuşkusuz, dikkatleri üstüne çekecekti.
Bu sinema ziyaretlerinin bir başka
yönü daha vardı: Giriş ücretleri, gerçi pek yüksek değildi, değildi ama,
sinemaya gitmek «eğlence Faslı»na giriyordu; eğlenceye harcanan para ise
«sokağa atılmış para» sayılır ve bu türlü para harcayanlar ayıplanırdı.
Bütün bunlara bir de, büyükannenin
yalnız oğlu ile değil,, kasabadaki tüm tanıdık ve yakınları ile de hemen bütün
ilişkisini kesmiş olduğunu eklememiz gerekir. Bayanların düzenlediği, öğleden
sonra kahve toplantılarının birine gitmiyordu. Buna karşılık, bir kundura
tamircisinin, çok fakir halkın oturduğu, hatta adı biraz kötüye çıkmış bir
sokaktaki dükkânına dadanmıştı. Burası, hele öğleden sonraları, işsiz garson
kızlardan tutun da, aylak aylak dolaşan delikanlılara varıncaya kadar bir
sürü haylazın toplanıp gevezelik ettiği bir yerdi. Kundura tamircisi, dünyayı
gezmiş dolaşmış, fakat bir baltaya sap olamamış, orta yaşlı bir adamdı.
Söylenenlere bakılırsa, içkiye de düşkündü. Bunlar ister doğru olsun, ister
yanlış, herhalde büyükannemle yarenlik edecek bir insan değildi.
Yayınevi işçisi olan amca, bir
mektubunda, annesini bu yönde uyarmak istediğini, fakat ondan gayet sert ve
kesin bir yanıt aldığını yazıyordu.
«O, dünya görmüş bir adam!» demiş ve
konuyu kapamıştı. Büyükannemle, istemediği konular üzerinde tartışmanın
olanağı bulunmadığını zaten hepimiz bilirdik.
Büyük babamın ölümünden sonra aşağı
yukarı altı ay geçmişti ki, kasabada yaşayan amca, babama, annelerinin her gün
değilse bile her iki günde bir, dışarda yemek yediğini bildirdi.
Bu olacak şey mi idi? Tüm yaşamı süresince bir düzine insanın
yemeğini pişirmiş, kendisi ise yalnız onlardan kalan artıklarla yetinmiş
büyükanne, şimdi gidiyor da, lokantalarda yemek yiyordu, ha? Ona ne olmuştu, böyle?
Bu olacak şey mi idi? Tüm yaşamı süresince bir düzine insanın
yemeğini pişirmiş, kendisi ise yalnız onlardan kalan artıklarla yetinmiş
büyükanne, şimdi gidiyor da, lokantalarda yemek yiyordu, ha? Ona ne olmuştu, böyle?
Çok geçemeden, babamın bir iş için,
kasabanın yakınlarına gitmesi gerekti, bu arada da annesini ziyaret etti.
Kapıyı çaldığı zaman, büyükanne evden
çıkmak üzere imiş. Başından şapkasını çıkarmış, konuğunun önüne bir bardak
kırmızı şarap ile, bir iki Zwieback koyarak karşısına geçmiş oturmuş. Gayet
rahat bir görünümü varmış, ne fazla sessiz duruyor, ne de çenesi düşmüş
denecek kadar çok konuşuyormuş. Pek inceden inceye olmasa da, hepimizin ayrı
ayrı hatırını sormuş; bol bol kiraz yiyorlardır, inşallah, demiş. Bu noktada
herhalde hiç değişmemiş, eskiden gösterdiği merakla bu soruyu sormuş,. Oturma
odası her zamanki gibi tertemizmiş, kendisi de gayet sağlıklı görünüyormuş.
Yeni yaşamını belirten ilk işaret,
babamla birlikte, kocasını ziyaret etmek için mezarlığa gitmeyi istemeyişi
oldu. «Sen yalnız da gidebilirsin!» demiş, «on birinci sırada, soldan üçüncü
mezar. Benim bir yere sözüm var!»
Yayınevinde çalışan amca bunu duyunca
«mutlak kunduracısına sözü vardı.» dedi, buna çok içerliyordu.
«Ben burada, günde ancak beş saatlik
o da düşük ücretli işle, astım krizleri geçirerek, çoluk çocuğu geçindirmeye
çalışayım ve kuş gözü gibi odalarda bunca sıkıntıya katlanayım, beri yanda,
kasabanın en işlek caddesinde, koskoca ev boş dursun.. » diye yakmıyordu.
Babam, o gidişinde, konuk evinde oda
kiralamıştı. Annesinden, yarım ağızla da olsa evde kalması için bir çağrı
beklemişti, ama ne gezer... Eskiden, evin iyice dolu olduğu zamanlarda bile,
otellere para verilmesine kesinlikle karşı kor, ne yapar yapar oğlunu evde
kalmaya zorlardı.
Anlaşılan, ailesi ile toplu yaşama faslını iyiden iyiye kapamış,
yaşamının sonunda bağımsızlığını ilan etmişti.
Şakayı, gülmeyi seven babam, onu «pek formunda» buluyor, «bırakın,
kadıncağız nasıl istiyorsa öyle yaşasın!» diyordu. Evet ama, acaba nasıl
yaşamak istiyordu? Derken, büyükanne ile ilgili yeni bir haber geldi: Kapısına
bir «Bregg» çağırtmış, bir hafta ortası günü, bir perşembe, arabaya kurularak
gezmeye gitmişti. Bregg dedikleri, atla çekilen, yüksek tekerlekli, içine koca
bir aileyi alabilen büyük arabalardı. Büyükbabamın zamanında, yalnız bir belki
de iki kez böyle bir Bregg kiralayarak, bütün torunlar topluca gezdiğimizi
anımsıyorum. Bu gezilere büyükannem hiç katılmaz, kendi kendine evde kalırdı.
Siz gidin, der gibi eli ile işaret ettiğini şu anda görür gibi oluyorum.
Bregg öyküsünden sonra, büyükannenin, trenle iki saatte ulaşılan K.
kentine gittiği haberini aldık. Orada yapılan at yarışlarını seyre gitmişti.
Yayınevi işçisi iyice telaşlanmıştı. Doktora
danışmak gereğini ileri sürüyordu. Bu haberi, gerçi babam da yadırgadı, ama
yine de, doktora danışmak fikrine yanaşmadı.
Büyük anne K.'ya yalnız gitmemişti. Yanında kendisine arkadaşlık eden
bir genç kız vardı: Gün aşırı gidip yemek yediği konukevinin mutfağında
çalışan, bönce bir kız. Yayınevi işçisinin yazdığına göre, kafadan sakat bir
zavallı.
Bu «kafadan sakat kızcağız» bundan
böyle, büyükannemin yaşamında bir rol oynamaya başladı.
Büyük anne onu, her nedense, birden evlat gibi bağrına basmıştı.
Sinemaya giderken, kunduracının dükkânına giderken onu yanından ayırmıyordu. Bu
kunduracının, sosyal demokratlardan olduğunu da öğrenmiştik. Eğer kulağımıza gelenlere inanmak gerekirse,
iki bayanın, mutfakta karşılıklı oturup, kırmızı şarap içerek, iskambil
oynadıklarını görenler de vardı.
«Bu serseme, tutmuş, güllerle süslü
bir şapka satın almış» diye yakmıyordu, yayınevi işçisi, «bizim zavallı
Anna'nın Komunyon'a* giyeceği elbisesi bile yok.
Kommunion: Katoliklerin önemli bir
dinsel töreni. Çocukluktan çıkıp delikanlılık ya da genç kızlık dönemine giren
gençlerin çok temiz, şık giysilerle kiliseye gidip, simgesel şekilde kutsal
ekmekten yiyip, kutsal şaraptan içerek bilinçli şekilde Hıristiyanlığı kabul
etmeleri.
Amcanın mektupları giderek isterik bir hal almaya başlamıştı; bu
mektuplar baştan sona «sevgili annemizin yakışık almaz davranışlarından, garip
tutumundan yakınmalarla dolu idi. Bundan
sonrasını babamdan duyduklarıma göre anlatıyorum.
Konukevinin sahibi, anlamlı şekilde
göz kırparak babama yaklaşmış, kulağına usulca:
«Oh, oh,» demiş «maşallah, bayan B.
güzel geziyor, gününü gün etmeye bakıyormuş!»
Aslına bakılacak olursa, bu son yıllarında büyük annem, lüks bir yaşama
özenip, parasını çarçur etmiyordu. Dışarda yemek yemediği günler, her hangi
bir yumurta yemeği ile öğleyi geçiştiriyor, ama yemek üstüne kahvesini içmeden
ve pek sevdiği «Zwieback» lardan bir iki tane yemeden olamıyordu. Bir de
kırmızı şarabı vardı. Her öğünde önüne mutlak,
ucuz cinsten aldığı kırmızı şaraptan bir bardak koymayı unutmuyordu.
Evi oldukça temiz tutuyordu, yalnız her gün kullandığı yatak odası ve mutfak
değil, fakat her yer, her köşe pırıl pırıl, tertemizdi.
Ancak, büyük anne, çocuklarından hiç birine haber vermeden evi ipotek
etmiş, para almıştı. Bu parayı nereye kullandığını hiç bir zaman öğrenemedik.
Belki de kundura tamircisine vermişti; büyükannenin ölümünden sonra bu adam
başka bir kente göç etti ve orada ısmarlama ayakkabı yapan büyük bir dükkân
açtı.
Dikkatlice bir bakışta, büyük annenin
arka arkaya iki yaşam sürdüğünü görüyoruz. Birincisi kız evlat, eş ve ana
olarak, ikincisi ise, kimseye karşı sorumluluk taşımayan, çok fazla değilse
bile, ona son yıllarını rahat yaşatacak parası olan yalnız bir kadın, bir Bayan
B. olarak.. Birinci yaşamı aşağı yukarı altmış yıl, ikincisi ise ancak iki yıl
sürdü.
Babam araştırdıkça, onun son altı ayında normal insanların hiç
denemediği bir takım garip davranışlarda bulunduğunu ortaya çıkardı. Örneğin,
yaz aylarında, sabahın saat üçünde yataktan kalkıp, kasabanın bomboş
sokaklarında, bütün bu sokaklar sanki yalnız onunmuş gibi gezmeye çıkıyordu.
Sonra, söylenenler doğru ise
kendisini ziyaret edip, ona biraz dert ortağı olayım, diye evine gelen papaz
efendiyi, sinemaya davet etmişti!
Yalnızlık duyduğu falan yoktu.Herhalde kunduracının dükkanı,bir takım
kişilerin,bir araya gelip hoşça vakit geçirdikleri bir yerdi. Oraya şarabını da
beraberinde götürüyor,ötekiler, kentin ileri gelen kişilerini dillerine
dolayıp, onlarla ilgili olur olmaz
öyküleri anlatıp gülerken o da kırmızı şarabını yudumlayarak onları
dinliyordu. Şarap şişesini, öteki gidişine kadar orada bırakıp saklatıyordu.
Arada bir, oradaki arkadaşlarına (!) daha sert içkiler götürüp armağan ettiği
de oluyordu.
Bir sonbahar günü, öğleden sonra,
apansız oluverdi. Yatağında değil de, pencerenin yanındaki tahta iskemlenin
üstünde., O akşam «sakat» kızla birlikte sinemaya gideceklerdi; o yüzden
ölürken yalnız kalmadı, kızcağız yanı başında idi. Tam yetmiş dört yaşında idi:
Elimde bir fotoğrafı var: Torunları
için çekilmiş, onu ölüm döşeğinde gösteren bir resim.
Çok buruşmuş, kırışıklar içinde küçük
bir yüz; ince dudaklar, genişçe bir ağız., küçük lekeler, benler, küçük çizgiler
dolu... ama yaradılışında küçüklüğü tanımlayan en önemsiz bir belirti yok bu
yüzde. Uzun kölelik yıllarının da, kısa özgürlük yıllarının da tam tadını
çıkarmış, yaşam ekmeğini son kırıntılarına kadar yiyerek tüketmişti büyük
annem.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder