Çarpık havalimanındaki ‘Hophopçu’ cinayeti
Bahadır
Özgür / bozgur@gazeteduvar.com.tr / Salı, 30 Ekim, 2018
3.
havalimanı; göller kurutulup ağaçlar sökülerek, kuşların yuvası yıkılıp toprak
çürütülerek, onlarca işçinin bedeni parçalanarak kurulan çarpık bir iktidarın
suretinden başka bir şey değildir. Yapımında seri cinayetler işlenen bir
mekanda, nasıl bir ‘zafer tarihi’ yazılabilir ki?
Tuhaf bir işi vardı. Görevi, hafriyat kamyonlarının yüklerini boşaltacakları yeri göstermekti. Bütün gün kamyonların peşinde koşar, “Hop, hoop” diye bağırırdı. Bu yüzden şantiyede ‘Hophopçu’ diye bilinirdi. Yine geceye sarkmış mesailerin birinde, tahtakurulu bir yatağın ve bozuk yemeğin dinlendirebileceği kadar dinlenebilmiş bedeni, zar zor ayakta duruyordu. Karanlıkta üzerine gelen kamyonu ancak görebildi. Bu kez işinin gereği değil, can havliyle “hoop” diyebildi. 40 ton taş ve kum üzerine boşaldı. O dakikadan sonra “hop, hoop” demediğini kimse fark etmedi. Ertesi gün de fark etmediler. Bir sonraki gün ve daha sonraki gün de… Ta ki karısı, üç gündür haber alamadığı kocasını aramaya gelene dek. En son çalıştığı bölgeye gittiler. Hafriyatı kazdılar. Ezilmiş bedenini çıkarıp, aceleyle ailesine teslim ettiler. Tutanak tutmadılar; orada hiç çalışmamış, hatta hiç yaşamamıştı… (*)
Aşırı
acıklı bir olay. Havalimanında çalışmış herhangi bir işçiden onlarca benzerini
dinleyebilirsiniz. ‘Tanıksız’ ve ‘kayıtsız’ olanların ne ismini ne memleketini
öğrenebilirsiniz. Faili meçhul cinayetler gibi birileri hikâyelerini yazana
kadar da olan biteni ancak kulaktan kulağa aktarılırken duyabileceğiz.
Oysa
dün açılan havalimanını aylarca anlatacaklar. İnen uçakları, yolcuları
sayacaklar. Teknolojisine, hizmetlerine, pistine neşeyle övgüler düzecekler.
Azametini diğerleriyle kıyaslayıp, iktidarın başında parlayan bir taca
çevirecekler. Havalimanını büyüttükçe, ‘Hophopçu’yu küçültecekler;
önemsizleştirip bedeni gibi hikâyesini de beton yığınına gömmek isteyecekler.
***
Çin
Seddi, Piramitler ya da Süveyş Kanalı… İktidar sahipleri gurur duydukları
eserlerinin harcını ilk kez proleter kanıyla karmıyor elbette. 18’inci yüzyılda
İngiltere’de aleni idam ve otopsi seremonileriyle işçi bedenlerinin parçalara
ayrılmasından beri çalışma disiplininin nosyonu değişmedi. İşçi arızalanana dek
çalışmak, makinenin parçası olmak zorundadır. Bu nedenle kanunda iş kazası,
‘çalışanın bedenen ve ruhen özre uğraması’ olarak tanımlanır. İşçinin bedeni,
emek kaynağı olabildiği müddetçe işlevlidir; bir cıvata gibi bozulduğu anda
yenisiyle değiştirilir. İlk işçi isyanlarının idam ve otopsiye karşı olması
boşuna değildi. Bedene sahip çıkmak, tüm özgürlüklerin ve hakların temelidir
çünkü.
Fıçı
yapan bir adamın oğlu olan “Sefaletin Felsefesi”nin yazarı 19’uncu yüzyıl
düşünürü Proudhon, akademideki burs için başvuru dilekçesine ömür boyu sadık
kalacağı şu andı yazmıştı: “İşçi sınıfının içinde doğdum, büyüdüm. Bugün olduğu
gibi yarın da o sınıfın çocuğuyum. Gönlümle, kabiliyetimle, alışkanlıklarımla
ve emellerimle…” Çalışma ve yaşama hakkını bir ihsan değil bir iade olarak
anladı. Mülkiyet hırsızlıktır dedi; onun temelinde yatan çalışma düzenini ise
bir ‘cinayet şebekesi’ olarak tarif etti. Hırsızlığa karşı yegâne önlem,
cinayeti engellemekti.
Bugün
Türkiye’deki fiili tablo da 18’inci yüzyıldan pek farklı değil. Belki iş
disiplini adına kollar ve bacaklar parçalanmıyor ama, işin kendisi giyotin
işlevi görüyor. Giyotinin çalışma prensibi, bir hırsızlık düzenini inşa edip
kolluyor. Dolayısıyla iş cinayeti yasanın uygulanmaması veya eksik güvenlik
önlemlerinden ileri gelmiyor. Ekonomik büyüme modeli bizatihi böyle bir çalışma
disiplinini ve sonucu zorunlu kılıyor. O model yükselirken de çökerken de
işçinin bedenini paramparça ediyor.
Ekonomik
krizin en rafine ifadesi bu aslında: İş bulamadığı için intihar edenle,
çalışırken bedeni lime lime edilen arasında salınıp duran bir sarkaç. Bu iki
temel hak ihlal edildiği müddetçe, aradaki toplumsal alanın demokratikleşmesi
imkânsız hale geliyor ve kalan her hakkın gaspı kolaylaşıyor. Gündelik yaşamda
bu soyutlamayı somutlayan örnek az bulunur. Dün açılışı yapılan 3.
havalimanının bir faydası olacaksa eğer, bu soyut tarihsel olguyu nesilden
nesle anlatmak için somut bir örnek olması belki de. Otoriter bir rejimin
ekonomi politik dersi Kuzey Ormanları’nın ortasında veriliyor.
Nitekim
3. havalimanı, Türkiye’nin 16 yıldaki ekonomik politikalarının ve toplumsal
sonuçlarının serencamı gibidir. Büyümenin ana dinamiğini oluşturan inşaatın
nasıl her şeyi yiyip yutan bir deve dönüştüğünün, yandaşa akıtılan milyarlarca
dolarlık kaynağın, çevre tahribatının, emek sömürüsünün geldiği boyutun,
hırsızlık ve yolsuzluğun, halka ödetilecek devasa borcun, otoriter iktidarın
mantığının, hukukun askıya alınmasının, devletin zor aygıtının işleyişinin,
estetik deformasyonun, arsızlığın, yüzsüzlüğün eseri olarak yükseldi.
3.
havalimanı; göller kurutulup ağaçlar sökülerek, kuşların yuvası yıkılıp toprak
çürütülerek, onlarca işçinin bedeni parçalanarak kurulan çarpık bir iktidarın
suretinden başka bir şey değildir. Yapımında seri cinayetler işlenen bir
mekânda, nasıl bir ‘zafer tarihi’ yazılabilir ki?
Agatha
Christie’nin zengin bir adamın malikânesindeki yozlaşmayı ve işlenen suçları
anlattığı Çarpık Evdeki Cesetler kitabında yer alan tekerleme, anlatılacak
tarihin giriş cümlesi olarak yazıldı bile:
“Çarpık
bir adam vardı, çarpık bir yolda yürürdü…”
(*)
Evrensel gazetesinin 11 Haziran 2018 tarihli sayısında havalimanında çalışmış
olan inşaat işçisi Cengiz Aslan’ın mektubunda anlatılıyor.