31 Ekim 2018 Çarşamba

AÇILAN HAVA LİMANININ HARCINDA KANIMIZ VAR!


 Çarpık havalimanındaki ‘Hophopçu’ cinayeti

Bahadır Özgür            /  bozgur@gazeteduvar.com.tr  / Salı, 30 Ekim, 2018


3. havalimanı; göller kurutulup ağaçlar sökülerek, kuşların yuvası yıkılıp toprak çürütülerek, onlarca işçinin bedeni parçalanarak kurulan çarpık bir iktidarın suretinden başka bir şey değildir. Yapımında seri cinayetler işlenen bir mekanda, nasıl bir ‘zafer tarihi’ yazılabilir ki?

Tuhaf bir işi vardı. Görevi, hafriyat kamyonlarının yüklerini boşaltacakları yeri göstermekti. Bütün gün kamyonların peşinde koşar, “Hop, hoop” diye bağırırdı. Bu yüzden şantiyede ‘Hophopçu’ diye bilinirdi. Yine geceye sarkmış mesailerin birinde, tahtakurulu bir yatağın ve bozuk yemeğin dinlendirebileceği kadar dinlenebilmiş bedeni, zar zor ayakta duruyordu. Karanlıkta üzerine gelen kamyonu ancak görebildi. Bu kez işinin gereği değil, can havliyle “hoop” diyebildi. 40 ton taş ve kum üzerine boşaldı. O dakikadan sonra “hop, hoop” demediğini kimse fark etmedi. Ertesi gün de fark etmediler. Bir sonraki gün ve daha sonraki gün de… Ta ki karısı, üç gündür haber alamadığı kocasını aramaya gelene dek. En son çalıştığı bölgeye gittiler. Hafriyatı kazdılar. Ezilmiş bedenini çıkarıp, aceleyle ailesine teslim ettiler. Tutanak tutmadılar; orada hiç çalışmamış, hatta hiç yaşamamıştı… (*)

Aşırı acıklı bir olay. Havalimanında çalışmış herhangi bir işçiden onlarca benzerini dinleyebilirsiniz. ‘Tanıksız’ ve ‘kayıtsız’ olanların ne ismini ne memleketini öğrenebilirsiniz. Faili meçhul cinayetler gibi birileri hikâyelerini yazana kadar da olan biteni ancak kulaktan kulağa aktarılırken duyabileceğiz.
Oysa dün açılan havalimanını aylarca anlatacaklar. İnen uçakları, yolcuları sayacaklar. Teknolojisine, hizmetlerine, pistine neşeyle övgüler düzecekler. Azametini diğerleriyle kıyaslayıp, iktidarın başında parlayan bir taca çevirecekler. Havalimanını büyüttükçe, ‘Hophopçu’yu küçültecekler; önemsizleştirip bedeni gibi hikâyesini de beton yığınına gömmek isteyecekler.

                                                        ***
Çin Seddi, Piramitler ya da Süveyş Kanalı… İktidar sahipleri gurur duydukları eserlerinin harcını ilk kez proleter kanıyla karmıyor elbette. 18’inci yüzyılda İngiltere’de aleni idam ve otopsi seremonileriyle işçi bedenlerinin parçalara ayrılmasından beri çalışma disiplininin nosyonu değişmedi. İşçi arızalanana dek çalışmak, makinenin parçası olmak zorundadır. Bu nedenle kanunda iş kazası, ‘çalışanın bedenen ve ruhen özre uğraması’ olarak tanımlanır. İşçinin bedeni, emek kaynağı olabildiği müddetçe işlevlidir; bir cıvata gibi bozulduğu anda yenisiyle değiştirilir. İlk işçi isyanlarının idam ve otopsiye karşı olması boşuna değildi. Bedene sahip çıkmak, tüm özgürlüklerin ve hakların temelidir çünkü.

Fıçı yapan bir adamın oğlu olan “Sefaletin Felsefesi”nin yazarı 19’uncu yüzyıl düşünürü Proudhon, akademideki burs için başvuru dilekçesine ömür boyu sadık kalacağı şu andı yazmıştı: “İşçi sınıfının içinde doğdum, büyüdüm. Bugün olduğu gibi yarın da o sınıfın çocuğuyum. Gönlümle, kabiliyetimle, alışkanlıklarımla ve emellerimle…” Çalışma ve yaşama hakkını bir ihsan değil bir iade olarak anladı. Mülkiyet hırsızlıktır dedi; onun temelinde yatan çalışma düzenini ise bir ‘cinayet şebekesi’ olarak tarif etti. Hırsızlığa karşı yegâne önlem, cinayeti engellemekti.

Bugün Türkiye’deki fiili tablo da 18’inci yüzyıldan pek farklı değil. Belki iş disiplini adına kollar ve bacaklar parçalanmıyor ama, işin kendisi giyotin işlevi görüyor. Giyotinin çalışma prensibi, bir hırsızlık düzenini inşa edip kolluyor. Dolayısıyla iş cinayeti yasanın uygulanmaması veya eksik güvenlik önlemlerinden ileri gelmiyor. Ekonomik büyüme modeli bizatihi böyle bir çalışma disiplinini ve sonucu zorunlu kılıyor. O model yükselirken de çökerken de işçinin bedenini paramparça ediyor.

Ekonomik krizin en rafine ifadesi bu aslında: İş bulamadığı için intihar edenle, çalışırken bedeni lime lime edilen arasında salınıp duran bir sarkaç. Bu iki temel hak ihlal edildiği müddetçe, aradaki toplumsal alanın demokratikleşmesi imkânsız hale geliyor ve kalan her hakkın gaspı kolaylaşıyor. Gündelik yaşamda bu soyutlamayı somutlayan örnek az bulunur. Dün açılışı yapılan 3. havalimanının bir faydası olacaksa eğer, bu soyut tarihsel olguyu nesilden nesle anlatmak için somut bir örnek olması belki de. Otoriter bir rejimin ekonomi politik dersi Kuzey Ormanları’nın ortasında veriliyor.

Nitekim 3. havalimanı, Türkiye’nin 16 yıldaki ekonomik politikalarının ve toplumsal sonuçlarının serencamı gibidir. Büyümenin ana dinamiğini oluşturan inşaatın nasıl her şeyi yiyip yutan bir deve dönüştüğünün, yandaşa akıtılan milyarlarca dolarlık kaynağın, çevre tahribatının, emek sömürüsünün geldiği boyutun, hırsızlık ve yolsuzluğun, halka ödetilecek devasa borcun, otoriter iktidarın mantığının, hukukun askıya alınmasının, devletin zor aygıtının işleyişinin, estetik deformasyonun, arsızlığın, yüzsüzlüğün eseri olarak yükseldi.

3. havalimanı; göller kurutulup ağaçlar sökülerek, kuşların yuvası yıkılıp toprak çürütülerek, onlarca işçinin bedeni parçalanarak kurulan çarpık bir iktidarın suretinden başka bir şey değildir. Yapımında seri cinayetler işlenen bir mekânda, nasıl bir ‘zafer tarihi’ yazılabilir ki?
Agatha Christie’nin zengin bir adamın malikânesindeki yozlaşmayı ve işlenen suçları anlattığı Çarpık Evdeki Cesetler kitabında yer alan tekerleme, anlatılacak tarihin giriş cümlesi olarak yazıldı bile:
“Çarpık bir adam vardı, çarpık bir yolda yürürdü…”

(*) Evrensel gazetesinin 11 Haziran 2018 tarihli sayısında havalimanında çalışmış olan inşaat işçisi Cengiz Aslan’ın mektubunda anlatılıyor.


29 Ekim 2018 Pazartesi

Edebiyatçı William Saroyan'ın dostları



Bitlisli bir Ermeni ailenin çocuğu olan William Saroyan ile Ara Güler, Paris’te içinde kırık dökük eşyalar olan yazarın kendi evinde buluşuyorlar. Sonra onun dostlarını ziyaret ediyorlar, bir ayakkabı tamircisi, terzi, seyyar satıcı, piyangocu… Ara Güler, o günü “Saroyan olayları değil, bu küçük insanları merak ediyordu” diye hatırlıyor.

Cem ERCİYES/gazete duvar-29.10.2018 – Fotoğraflarda yaşayanlar


 ___________________________________________________________


İZMİR’Lİ BİR KUNDURACININ ÖYKÜSÜ

Söyleşimiz yoksul bir ailenin başarılı ve çalışkan çocuğu Özcan Tuncel’i Amerika’daki yaşamıyla örnek vatandaşlığa götüren öyküsünün bir özeti gibi.

50 eyalette yaşayan binlerce Türk arasından seçilen Tuncel’in yaşam öyküsü 1937 yılında, Alsancak’ta, 1457 Sokak’taki küçücük evlerinde başlamış.
Annesi Selanik’ten, babası Yanya’dan göçüp gelmiş İzmir’e.
Saint-Joseph Fransız Lisesi’nin arka sokağındaki 6 numaralı evde oturan,
Altın Kundura isimli dükkânı işleten ayakkabıcı Sadık Bey ve Şakire Hanım’ın tek çocukları olan Özcan Bey, elektriksiz, mangalla ısınılan, yoksul ama son derece mutlu bir yuvada yetişmiş. Alsancak’ın yarısının yangın yeri olduğu, sokakların hava gazıyla ısıtıldığı, komşuların Rum, İtalyan, Yahudi Sancar Maruflu ve Özcan Tuncel TÜRYAK tarafından 'örnek kıdemli vatandaş' olarak ödüllendirildi. İzmir’in örnek kıdemli vatandaşları Saadet Erciyas olduğu yıllarda sakin bir çocukluk geçirmiş. “Alsancak’ın yarısı yangın yeriydi. Evimizden bakıldığında Kadifekale çok rahat görünürdü” diyen Tuncel, “Çocukken yaz aylarında çalışırdık. Alsancak Stadyumu’nun karşısında Sucu Orhan’ın dükkânı vardı. Orada çalıştım, öğleden sonraları gazoz sattım. Yine Tariş çalıştığımız iş yerlerinden biriydi.
Babam ayakkabıcıydı ya, okumazsam ayakkabıcı olacağımı düşünürdüm. Ayakkabıcı olmamak için çok çalışmam ve başarılı olmam gerektiğini fark etmiştim” diye anlatıyor o yılları.

KNK dergisi 2016 Sonbahar sayısı (Konak belediyesi yayını)

12 Ekim 2018 Cuma

MEMLEKETE "RAKI" DAN BAKMAK!


“Türkiye’de neler oluyor?” sorusunun cevabı rakı şişesinde

Kadri Gürsel  - Ekim  2018

Türklerin gündelik lisanında “bir büyük”, damıtık bir alkollü içki olan rakının 70 cl’lik şişesine verilen addır. “Bir büyük”ün hikâyesi siyasal İslam’ın devlete egemen olması sonucunda Türkiye’nin maruz kaldığı dinsel muhafazakâr dönüşümü, laik kesimlerin buna karşı direncini, bu eksende ayrışan toplum kesimleri arasındaki gerilimi anlatır. Bunları öğrenmek için “bir büyük”ten içmeniz gerekmez. O şişeyi ve içindekini doğru okumanız yeterlidir. Okumak da rakının ne olduğunu bilmekten başlar. Türk Gıda Kodeksi’ne göre rakı, Türkiye topraklarında yetişen üzüm ile anasondan yapılır ve ayrıca tarihsel bakır imbik teknolojisine dayanan özgün bir üretim biçimiyle kendisini diğer damıtık alkollü içkilerden ayırt eder.

Bu resmi tanım, rakıyı Türklerin yerli ve milli alkollü içkisi olarak konumlandırıyor. Türkler, “meze” denilen çeşitli yerel yiyeceklerle donatıp, etrafında dostlarıyla bir araya gelerek anı ve fikir teati ettikleri yemek masalarını bu içkiyle tarif eder ve adına “rakı sofrası” derler. Rakı kültürü üretim aşamasından başlar, adını taşıyan sofrada mezeler eşliğinde tüketilirken zenginleşir... Ama her alkollü içki gibi rakının da sağlığa zararlı olduğunu elbette belirtmek gerekir.

Mamafih Türkiye’deki siyasal iktidarın “bir büyük”e karşı çeşitli yollardan sürdürdüğü mücadelede “toplum sağlığını korumak” hedefinden ziyade ideolojik saiklerle hareket ettiği de gerçeğin bir başka yüzünü oluşturur. Şöyle ki Türkiye’de alkol tüketimi ve bağımlılığı Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 2018 tarihli “Alkol ve Sağlıkta Küresel Durum Raporu” başlıklı çalışmasındaki verilere göre diğer ülkelerle kıyaslandığında hayli geride kalıyor.

Bunlar iktidarın rakıya karşı vermekte olduğu mücadelenin alarm düzeyini destekleyen veriler değil. Misâl, Türkiye’de 15 yaşından büyük kişi başına düşen ortalama saf alkol tüketimi 2003-2005 arasında, kayıtlı ve kayıt dışı olmak üzere toplamda 3.4 litre iken bu miktar, WHO’nun Avrupa bölgesinde 11.9 litre imiş. Aradaki fark büyük. Keza 2008-2010 aralığında Türkiye’deki saf alkol tüketimi yüzde 58 gibi ciddi bir oranda azalarak kişi başına 2 litreye düşmüş. Avrupa’da ise aynı tüketim 10.9 litre olarak gerçekleşmiş. 2010 verilerine göre Türkiye nüfusunun yüzde 79,6’sı hayatı boyunca hiç alkol kullanmadığını söyleyen insanlardan oluşuyor. Geçmişte alkol kullanmış olup 2010’da artık hiç içmediğini belirtenlerle birlikte alkollü içkiden uzak duranların oran yüzde 86,2 gibi yüksek bir seviyede görünüyor.

Yine WHO verilerine göre Türkiye’de alkol bağımlılığı 2010 yılında yüzde 0.8 iken bu oran Avrupa bölgesinde yüzde 4.0 olarak ölçülmüş.

Ve Türklerin en az alkol tüketen, alkole en az bağımlılık geliştiren bir halk olması Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başarısı değil aslında. Veriler ve elde edildikleri tarihler bunu doğruluyor. Buna rağmen Erdoğan 24 Haziran 2018 seçimleri için başlattığı kampanya sırasında “Belediye başkanlığımdan bu yana bulunduğum her yerde alkolü ben kaldırdım” derken kendi açısından haklıydı.

1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğinde ilk işlerinden biri belediyeye ait sosyal tesislerde alkollü içki satışını yasaklamak olmuştu. Erdoğan Başbakan olduktan sonra 2004’te rakı ve diğer alkollü içki üretimini özelleştirdi. Bugün toplam sekiz özel şirket rakı üretiyor.

Erdoğan’ın alkol karşıtlığının ideolojik kökeni kendi ağzından en berrak şekilde 28 Mayıs 2013’te henüz başbakan iken partisinin meclis grubu konuşmasında ifade edilmişti: “İnancı gereği yapıyor diyorlar. Hangi din olursa olsun, din doğruyu emrediyorsa, din emrediyor diye karşısında mı duracaksınız? İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da dinin emrettiği bir yasa sizin için neden reddedilmesi gerekiyor? (...) Hiç kimse alkolü kimlik meselesi haline getirmemelidir. Kimsenin yaşam tarzına müdahale değildir içeceksen, alkolünü git evinde iç.”

2018 Türkiye’sinde alkollü içki servisi artık kamu ve devlet hayatından tamamen silinmiş bulunuyor. Erdoğan “bir büyük”ü bir anda ve tamamen yasaklama yoluna gitmiyor. Aşırı vergilendirme, ruhsat alımını ve yenilenmesini zorlaştıran politikalar ve toplumsal/siyasal baskı ile “bir büyük”ün tüketimini tedrici ve fakat kararlı biçimde kısıtlıyor. Kendi dinsel/muhafazakâr tabanını da alkollü içkileri bir anda yasaklamamaya bu şekilde razı ediyor. “Bir büyük”ten alınan büyük orandaki vergi aynı zamanda ülkede seçici vergilendirme yoluyla rıza üretmenin de sembolü. Alkolün yasaklanmasını isteyenler alkol içenlerin ödediği yüksek vergilerden faydalanarak alkolün şimdilik yasaklanmamasına rıza gösteriyorlar.

Türkiye’de rakı üzerine salınan vergiler ve tüketimi üzerindeki baskının artışı ile ülkenin demokrasiden ve hukuk devletinden uzaklaşması birlikte yürüyen süreçler ve bunların arasında bir doğru orantı var. Türkiye’de AKP iktidarının otoriterleşmesi 2008’de ana akım medyaya karşı boykot çağrıları ve ardından salınan ağır vergi cezaları ile başlamıştı.

2008'den bugüne geçen 10 buçuk yılda rakıdaki ÖTV yüzde 593.3 oranında artırıldı. Bu artış son beş yılda yüzde 262 olarak tezahür etti. Son olarak temmuz 2018’de yapılan ÖTV artışı yüzde 15,5’ti. Son 10 buçuk yılda, enflasyon göstergesini teşkil eden Tüketici Fiyatları Endeksi’ndeki (TÜFE) artış ise yüzde 145. Neticede rakıdaki ÖTV artışı enflasyonun 448 puan üzerinde. Makasın bu denli açılmasına bir siyasi ve ideolojik motivasyonun neden olduğu açık.

On yıl önce Türkiye parlamenter rejimle yönetiliyordu, bugün ise ülke güçlerin tek adamın elinde toplandığı, kontrol ve denge mekanizmalarının işlerliğinden söz etme imkânının kalmadığı bir otoriter başkanlık rejimi ile yönetilmeye çalışılıyor.

Günümüz Türkiye’sinde 70’lik “bir büyük” rakının fiyatı 119 TL (20 USD). Bu fiyatın yüzde 18’ini KDV (21.40 TL), yüzde 56’sını da ÖTV (67 TL) oluşturuyor. 2017’de tahsil edilen 138 milyar TL ÖTV’nin yüzde 7,2’sine tekabül eden 10 milyarı alkollü içkilerden alındı. Hiç de küçümsenecek bir miktar değil. İçenlerin “bir büyük” için ödediği 119 TL’den 88,4 TL’si vergi olarak devletin bütçe gelirine kaydediliyor.

Avrupa’da saf alkolden litre bazında en yüksek oranda ÖTV alan ülke 53,78 Euro ile İsveç. Türkiye'de rakıda kullanılan saf alkolün litresinden alınan ÖTV ise 28,65 Euro (213 TL). Bu 28,65 Euro ilk bakışta, alkolizmin Türkiye’dekiyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir halk sağlığı sorunu oluşturduğu bilinen İsveç’te alkolden alınan vergiden daha düşük gibi görünse de karşılaştırma halkın satın alma gücüne göre düzeltilerek yapıldığında tablo tersine dönüyor. Bu bakımdan Türkiye’deki gerçek vergi İsveç’tekinden 2,7 kat daha fazla. Halkın satın alma gücüne göre hesaplandığında Avrupa’da en fazla alkol vergisi Türkler tarafından “bir büyük” için ödeniyor.

Bunun da bir sonucu oluyor tabii... Özellikle Anadolu’nun muhafazakâr taşra illerinde alkollü içki satış noktalarının birer birer kapanmasına neden olan siyasi ve sosyal baskılara bir de yüksek vergiler yoluyla şişen fiyatların Türkiye genelindeki etkisi eklendiğinde rakı tüketimi haliyle düşüyor. 2012’de 44 milyon 600 bin litre rakı satılan Türkiye’de 2017’de bu miktar 37 milyon 316 bin litreye inmiş bulunuyor.

“Bir büyük” üzerindeki bu baskının neticelerinden biri evde rakı üretiminde yaşanan büyük artış. “Bir büyük”e 119 TL vermek istemeyenler tarımsal kökenli etil alkole anason yağı karıştırıp bekletiyorlar ve sonra su ekleyip içiyorlar. Uzmanlara göre bu rakı değil çünkü damıtma yapılmıyor.
Diğer bir sonuç gettolaşma. İstanbul’da misâl, mahalle meyhaneleri kayboluyor, onun yerini şehrin Asya yakasındaki laik Kadıköy’de “meyhane mahalleleri” alıyor.
Rakı endüstrisinin, adının yazılmaması koşuluyla konuşan bir yöneticisi şunları söylüyor: “Bir kesim tarafından kahraman, diğer bir kesim tarafından ise kâfir olarak görülmek üzüyor beni. Birbirlerine karşı önyargısı olmayan insanların oturduğu bir sofranın temsilcisi olmak istiyorum ben. Rakının depolitizasyonundan yanayım. Başımıza ne geliyorsa hukuk ve medyanın olmamasından geliyor."





9 Ekim 2018 Salı

BÜTÜN PATRONLARIN HAYALİ; İŞÇİSİZ ÜRETİM! SINIRSIZ KAR!


Adidas ayakkabıları robotlar üretecek!

Şirketten yapılan açıklamada, 2017 yılında sadece robotlardan oluşan bir fabrika açılmasının planlandığı duyuruldu.

adidas13081601


Dünya genelinde geçen yıl 301 milyon çift ayakkabı satan Adidas, sadece robotların üretimde olduğu yeni bir fabrikanın temellerini atmayı düşünüyor.

“Speedfactory (hız fabrikası)” olarak isimlendirilen üretim merkezlerinin birinin Almanya’da diğerinin ise ABD’de olması planlanıyor.

Adidas, geçen yıl yaptığı açıklamada, Almanya’da ayakkabı üretimine geri döneceğinin sinyallerini vermişti.

Sadece robotların çalıştığı fabrikaların 2017 yılında açılması planlanıyor.        
ABD Atlanta’da yapılacak fabrikada başlangıçta, 50 bin çift ayakkabı üretimi hedefleniyor. 

Orta vadeli planda ise fabrika 500 bin çift ayakkabı üretecek.
Şirkete göre, Atlanta’da kurulacak fabrikada sadece 160 kişi çalışacak.

1 Ekim 2018 Pazartesi

TARİHTE BİZ VARIZ


BU FOTOĞRAF 2015 YILINDA MANDALİNA FESTİVALİNDE SERGİLENMİŞTİ. 
BENDE O ZAMAN ÇEKTİM. KİM BİLİR KAÇ YILLARINDA BU İNSANLAR YAŞADI VE AYAKKABI ÜRETTİ. USTA, KALFALARI,ÇIRAKLARI ...