Küresel fabrika,
küresel işçi cehennemi...
Volkan Yaraşır
04.06.2013
Çin çalışma rejimi
küreselleşiyor!
Dakka’da yaşanan Rana Plaza “olayı” finans kapitalin sınıfa
yönelik tahammüden gerçekleştirdiği bir katliam pratiğidir.
Finans kapitalin büyük bir soğukkanlılıkla gerçekleştirdiği
katliamlar, dünyanın yeni atölyelerinde bundan sonra daha sık rastlayacağımız
görüntüler olacaktır.
Rana Plaza’yla Esenyurt, Davutpaşa ve Mustafakemalpaşa
“olayları” arasında diyalektik bir bağ bulunuyor. Finans kapitalin rasyonlarına
uygun biçimlenen ve giderek küresel mahiyet taşıyan sınıftan öç alma ve onu
tahammüden öldürme operasyonları bugün sömürünün ulaştığı vahim boyutu
gösteriyor.
Finans kapital, yarattığı mikro ve makro cehennemlerle varlığını
sürdürüyor. Buradaki cehennem tanımı mecazi bir tanım değil, hatta çıplak bir
dünyevi gerçekliği ifade ediyor.
Dünyanın, yeni sermaye birikim rejimine bağlı olarak,
küresel fabrikaya dönüşmesi Bangladeş gibi birçok ülkeyi bu fabrikanın atölyesi
haline getirdi. Küresel atölyelerde kurulan/inşa edilen çalışma rejimleri
olağanüstü bir sömürüye, mutlak itaate ve sınıfın köleleştirilmesine dayanıyor.
Dünya çapında işçi sınıfı açısından, yeni ölüm kampları olan
bu atölyelerde siklon-B gazı kullanılmıyor ama ölümüne bir çalışma, yok edici
çalışma şartları ve alçakça uygulanan çalışma düzeninin siklon-B gazından farkı
yok. Yeni krematoryumlar Rana Plaza, Esenyurt ve Davutpaşa olarak modern
biçimini alıyor.
Kapitalizmin yeniden yapılanma süreci
Emperyalist-kapitalist sistem, 1970’lerin başında kendi
doğasından kaynaklanan, kâr oranlarında düşüş eğilimine bağlı olarak yapısal
bir kriz içine girdi.
Bu süreç kapitalizmin yeniden yapılanması olarak biçimlendi.
Kapitalizmin her yeniden yapılanma süreci, yeni sermaye birikimi rejimi olarak
kendini dışa vurur. Burada es geçmeden belirtmek gerekirse, birikim
süreçleri/rejimleri salt iktisadi bir süreç değil, son derece kompleks
karakterli ve çok boyutlu bir mahiyete sahiptir. Sermaye birikimi rejimleri,
ekonomik boyutu yanında, politik, jeopolitik ve ideolojik içeriklere sahiptir.
Bu boyutlar anlaşıldığı ve kavrandığında birikim rejimlerinin mahiyeti ve
içeriği kavranabilir.
Emperyalist-kapitalist sistem yeniden yapılanma sürecinde
ikili bir amaçla hareket etti. Bir taraftan krizin temel nedeni olan kâr
oranlarındaki (1960’ların ortalarında OECD ülkelerinde başlayan) düşüş
eğilimine karşı, maksimum kârı hedefleyen stratejik düzenlemelere girişti.
Diğer taraftan sınıfın (emeğin) her düzeyde örgütlülüğünü parçalayan karşı
devrimci programları devreye soktu.
Bu yönde sistematik bir karşı devrim programı olan
neoliberal politikalar küresel düzeyde hayata geçirildi.
Metropollerde sosyal devletin sosyal yönü metalaştırıldı ve
özelleştirildi. Devlet “gece bekçisine”, “şirket” devlete dönüştü. Periferide,
zor-diyalektiği devreye sokuldu. Açık zor, ekonomik zor ve ideolojik zorla
birlikte uygulandı. Bu yönde faşist diktatörlükler kuruldu. 1971 Bolivya, 1972
Uruguay-Honduras, 1973 Şili, 1975 Peru, 1976 Arjantin, 1980 Pakistan, Güney
Kore, Türkiye’de karşı devrimler gerçekleşti. Darbeler sonrasında neoliberal
karşı devrimci politikalar radikal bir şekilde hayata geçirildi.
Toplumun yeniden dizaynını amaçlayan bu adımlarla, emeğe
küresel düzeyde stratejik bir saldırı gerçekleştirildi. İngiltere’de 1984-1985
madenci grevi yenilgisi, aynı tarihlerde ABD’de hava kontrolörlerinin grevinin
kırılması, Almanya’da Helmut Kohl iktidarı, emeğe stratejik saldırıların
simgeleri oldu. Kohl, Thatcher ve Reagan küresel finans kapitalin en militan, en
agresif siyasal aktörleri olarak öne çıktı.
Emeğin küresel düzeyde denetim ve kontrol altına alınmasıyla
ve muazzam düzeyde tekno-ideolojik bombardımanlarla neoliberal politikalar,
radikal bir şekilde devreye sokuldu. Bu çok boyutlu saldırının somut yansıması;
sınıfın atomizasyonu, parçalanması ve örgütsel gücünün dağıtılması oldu. İşte
bu noktada maksimum kâr stratejisine uygun taktikler gündeme getirildi.
Post-fordist düzenlemeler
Küresel düzeyde kârın maksimizasyonu yönünde bir dizi etkin
düzenlemeler yapıldı. En başta bilginin metalaşması, tekelleşmesi yönünde ciddi
adımlar atıldı. Bilgi tekelleşti ve saklandığı ve gizlendiği oranda değer
kazandı. Öte yandan “çöp bilgi” bir manipülasyon ve endoktrinasyon aracı olarak
yaygınlaştırıldı. Çöp bilgi sistemin gizlenmesini ve saklanmasını kolaylaştıran
“virüs” etkisi yarattı. Bu operasyonlar “bilgi çağı” diye kitlelere
“yutturuldu”. Öte yandan bilgi en önemli üretim faktörlerinden biri oldu.
Denetlenmesi ve kontrol edilmesi stratejik önem taşıdı. Bilgi “modern
zamanların” yeni ve yıkıcı bir gücü haline dönüştü. Bilginin biriktirilmesi,
işlenmesi ve yaygınlaştırılması maddi bir güce dönüştü.
Üretim sürecinde yeni teknolojiler kullanılmaya başlandı.
Biyogenetik, nano-teknoloji, bilişim teknolojisi üretime sokuldu. Otomasyon
yaygınlaştırıldı.
Radikal özelleştirmeler gerçekleştirildi. Devlet refah
toplumu dönemindeki ekonomik aktör rolünden çıkarıldı. “Gece bekçisine”
dönüştürüldü. Eğitim, sağlık, ulaşım ve diğer altyapı sektörleri doğrudan
kârlılık esasına göre yeniden düzenlendi.
Stoksuz üretime geçildi. Kitlesel üretim, kitlesel tüketime
uygun bir düzenleme olan depo uygulaması ya da mal yığılması/değersizleşmesini
engellemek için sipariş üzerine üretim gibi, farklı stoksuz üretim teknikleri
uygulanmaya başlandı.
Esnek üretim modelleri yaygınlaştırıldı. Üretim parçalandı.
Yeni mekan düzenlemeleri yapıldı. Taşeronlaştırma ve fason üretime geçildi.
Taşeronlaştırma temel üretim biçimine dönüşmeye başladı.
Dünyanın fabrikalaşması
Bu adımlar ve düzenlemeler, üretim sürecinde bir dizi
değişimi beraberinde getirdi. Bu değişimleri kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Esnek uzmanlaşmaya dayalı, merkezsiz, küçük üretim yaygınlaştı. Rana Plaza
katliamında görüldüğü gibi fason üretim merkezi olan mikro fabrikalarda küresel
markalara üretim yapılmaya başlandı. Mikro cehennem işlevi gören bu atölyelerde
vahşi bir sömürü sistemi kuruldu. Kadın iç çamaşırında küresel bir marka olan
Victoria’s Secret ürünlerinin Ümraniye’de Eko Tekstil’de fason üretilmesi gibi,
Rana Plaza’da Zara, H&M, Mango gibi bir dizi uluslararası marka
üretiliyordu.
Değişken ve akışkan tüketici talebine dayalı çok hassas ve
esnek bir sistem devreye sokuldu. Kitlesel ve standart üretimden özel üretime
geçecek düzenlemeler yapıldı.
Tek ürünün baştan sonra üretildiği mega fabrikalar kapanmaya
başladı. Kalanları, ağırlıkla periferiye taşındı. Merkez (ana) fabrikaların
ihtiyaçlarının karşılandığı, yaygın yan sanayi ya da organize sanayi bölgeleri
inşa edildi.
İmalat sektörünün yanında bilgisayar, enformasyon ve
iletişim gibi yeni hizmet ve teknoloji alanları açıldı. Özellikle metropoller
bu yönde odak oldu ve öne çıktı. Kısaca dünya fabrikalaştı. Bangladeş, Çin,
Vietnam, Mısır gibi ülkeler küresel fabrikanın atölyeleri haline geldi.
Çin çalışma rejimi: Mutlak itaat,
kölece çalışma, maksimum sömürü
Finans-kapitalin bu küresel dizayn politikaları ve adımları
yeni sermaye birikimi rejiminin sonuçlarıydı ve yeni çalışma rejiminin inşasını
beraberinde getirdi.
Özellikle 1980’li yıllarda yeni çalışma rejiminin altyapısı
kuruldu. 1990’larda çalışma rejimi küresel boyutta yaygın bir şekilde
uygulanmaya başlandı. 1990’ların ikinci yarısından günümüze kadar küresel
atölyeler tam anlamıyla işçi cehennemine dönüştü. Bu süreci neoliberal karşı
devrim sürecinin evreleri olarak da okuyabiliriz.
Çin/Vietnam çalışma rejimi diye de tanımlayabileceğimiz yeni
çalışma rejimi, küresel finans kapitalin agresyonunu ve acımasızlığını gösteren
modern kölelik sistemi olarak işlev görmeye başladı.
Çin/Vietnam çalışma rejiminin en başat özelliği; mutlak
itaat, kölece çalışma, yoğun ve vahşi sömürüdür.
Sistem muazzam bir tahakküm ve boyun eğdirme üzerine kurulu
bir yapıya sahiptir. Bu çalışma kamplarında işçinin ruhu bir nevi paramparça
olmakta ve öğütülmektedir. İradenin kırılması, itaatin içselleştirilmesi
esastır. Etienne De la Boetie’nin Gönüllü
Kulluk Üzerine Söylev’inde vurguladığı gibi, sistem “köleliğe alışmanın insanın
köle olduğunu unutmasına” yol açmaktadır.
Küresel finans-kapitalin maksimum kâr arayışının tarihsel
olarak en barbar biçimlerinden biri olarak Çin/Bangladeş çalışma rejimi mutlak
artı-değer ve nispi artı-değer sömürüsünün en konsantre ve en yoğun hayata
geçirildiği bir işleyişe sahiptir.
Rejim kısaca kan, gözyaşı, alınteri ve ölüm çarklarıyla
dönmekte ve realize olmaktadır. Sermaye ontolojisine uygun bir biçimde insanı,
emek gücüne dönüştürerek, kendi ontolojisini hep yeniden kurar. Sürekli kâr
güdüsü onun varoluşudur. Kısaca kapitalizm yoğun ve geniş ucuz emek gücü
yaratarak “yaşar”. Bu manada emek gücünün cinsiyeti, yaşı, uyruğu bulunmaz. Kâr
için insanı, emek gücüne dönüştürür. Sermaye için insan “hiçtir”, bir değeri
yoktur. O, emek gücü olduğu ve kâr yarattığı oranda önemlidir. Dünyanın
atölyeleri aynı zamanda ucuz emek gücü vahalarıdır. Ve bu sürecin hızlı ve en
acımasız yaşandığı coğrafyalardır. Finans-kapitalin “modern barbarlık”
mekanlarıdır.
Tahammüden öldürmeden önce...
Rana Plaza olayı, tahammüden öldürmeden önce sınıfın
enkazlaştırılmasına somut bir örnektir. Plazanın çökmesi, kokuşmuş bir
neo-liberal sistemin sonuçlarından biri olarak görülebilir.
Siyasal patronaj ilişkileriyle zaten sorunlu olarak inşa
edilen yapıya, statiğini bozacak üç kat daha ilave edilerek, bir atölye plaza
haline getirilip, binlerce işçinin çalıştığı bir cehenneme dönüştürülmüştür. Bu
“mekan” yine bina statiği gözardı edilerek mega klimalar monte edilip, 24 saat
işçinin alınterinin emilmesi için düzenlenmiştir. Bu mega klimaların yarattığı
rezonans, zaten sorunlu olan yapının çökmesini beraberinde getirdi.
Atölye plazanın 24 saat işlev görmesi, kapitalizmin ruhunu
ifade eder. Neo-liberal fabrika, mekan düzenlemesi de bu ruhun en ekstrem
örneğini oluşturur.
Sermaye cansız emeğin, yani makinaların boş kalmasına
tahammül edemez, kârın azalmasına neden olacak bu durum, sermayeyi
agresifleştirir. Bundan dolayı kurgusunu makinanın 24 saat çalışması üzerinden
yapar. Rana Plaza gibi binaların yapılması, bu alanaların 24 saat faal
çalışmaya göre düzenlenmesi işçiler düşünüldüğünden dolayı değil, sermayenin 24
saat intikasız kâr elde etme hırsından dolayıdır.* Bu faktör işçi cehennemlerinin
mekansal düzenlemesini beraberinde getirir.
Bu cehennemlerin başat özelliklerinden biri de ucuz emek
alanları olmasıdır. Bangladeş’te asgari ücret 38 Dolar’dır. Rana Plaza’da
çalışan işçilerin aylık ortalama ücreti 70 Dolar civarındadır. Bangladeş’teki bir
konfeksiyon işçisinin ortalama aylık ücreti 70 ila 100 Dolar arasında
değişmektedir.
Bangladeş Çin’den sonra tekstilde Uzak Doğu’nın en önemli
üretim üssüdür. Ülkedeki 4 bin fabrikada 3.5 milyon işçi istihdam oluyor.
Bangladeş’in ihracatının %80’ine yakın kısmı hazır giyim sektöründen elde
ediliyor. Yani bir anlamda Bangladeş’te Rana Plaza gibi binlerce “mekan”
bulunuyor.
Bangladeş, Endonezya, Hindistan, Mısır, Pakistan, Türkiye ve
benzeri birçok küresel atölyede üretilen ürünler kapitalist pazara sunuluyor ve
tüketim terörüne hizmet ediyor. Marka şehvetiyle körüklenen bu tüketim terörü
bir yandan sermayenin aşırı kâr hırsına hizmet ediyor, öte yandan sistemin
rasyonalizasyonunun parçası oluyor. Bu korkunç döngü herkesi suç ortağı haline
getiriyor. Bangladeş gibi işçi cehennemleri, metropollerde modern tüketim
mabetlerine, mega AVM’lere hizmet ediyor. Cehennemler, tüketim mabetlerinin
rezervuarları işlevini görüyor.
Küresel atölyelerde, işçi sınıfının en ufak örgütlenme
çabası ise büyük bir şiddetle karşılık buluyor. Bangladeş’te gizli servis ve
polis teşkilatı sınıfın örgütlenmesini engellemek için devreye girerek, işçi ve
sendika önderlerinin kaçırılması, kaybedilmesi ve öldürülmesi gibi olaylara
karışıyor. Hatta bu olaylar vaka-ı adiyeden sayılıyor.
Çünkü her şeyden önce cehennemin çalışması/işlemesi için
işçi sınıfının her düzeydeki örgütlülüğünün parçalanması, bilinç ve kimliğinin
deforme olması, hatta işçilerin “terbiye edilmesi” ve “uysallaştırılması”
gerekiyor.
T.C.’de de benzer bir sürecin yaşandığı düşünülürse, sınıfa
yönelik bu karşı devrimci taktikleri analiz etmek yararlı olacaktır. T.C.’nin,
küresel rekabette Uzak Doğu’yla yarışabilmesi için Çin çalışma rejimini inşa
etmesi, yani AB’nin Çin’i olması gerekiyor. Öte yandan finans-kapital Kürt sorununda
içine girilen yeni momenti kendi ekseninde değerlendirerek Kürdistan’ı T.C.’nin
Çin’ine dönüştürmeyi arzuluyor.
T.C.’nin de dahil olduğu küresel Çin çalışma rejimi sınıfı
enkazlaştırdığı oranda varolabiliyor. Bu noktada bu çalışma rejiminin sınıfta yarattığı
tahribatın üzerinde durmakta yarar var. Bu tahribat görüldüğünde ne yapmalı?
sorusuna yanıtlar verilebilir. Fakat özellikle şunun altını çizmek önemli
olacak. Çin çalışma rejiminin, daha geniş kapsamda post-fordist düzenlemelerin,
esnek üretim modellerinin gerçekleşmesi için sınıfın organik birliğinin
parçalanması ve kronik bir örgütsüzlük içine sokulması gerekiyor. Bu süreç
sınıfın cehennemi bir ortama girmesine yol açıyor.
Bu son derece kompleks, yıkıcı ve vahşi sistemin en zayıf
noktasını ise işçi sınıfının örgütlülüğü oluşturuyor. Sınıfın organik
birliğinin sağlanması, nesnel ve öznel şekillenmesi, eylem senkronları sistemi
bütünüyle çökertecek bir içerik taşıyor.
Çin çalışma rejiminde sınıfın
atomizasyonu
Sınıfa yönelik karşı devrimci saldırıları ve soğukkanlı
operasyonları en genelde şöyle tanımlayabiliriz: Sınıfın enkazlaştırılması;
işçi sınıfının ruhsal, duygusal, zihinsel olarak enkazlaştırılıp, tahakküm ve
iktidar ilişkilerinin kurulduğu süreci kapsar. Bu yönde sınıfın bir enkaza ve yığına
dönüştürülmesi hedeflenir.
Sınıfın değersizleştirilmesi; sınıfın sistematik olarak
(yaşamın her alanına sızan bir şekilde ve özellikle çalışma yaşamında)
değersizleştirilme operasyonlarına maruz kalmasını kapsar. Sınıfın
hiçleştirilmesi, köleleştirilmesi; değersizleştirmenin bir boyutu olan
hiçleştirme, “böcekleştirme” sınıfın devrimci kimyasını bozmayı amaçlar. Sınıfı
kötürümleştirici bir içeriğe sahiptir.
Sınıfın konsantre yabancılaşması ve nesneleştirilmesi;
sınıfın kendine, kendi gücüne giderek varoluşuna yabancılaşmasını içerir.
Sınıfı köleleştirmenin ve enkazlaştırmanın temelini oluşturur. Kapitalist
sistem kendini, her şeyi nesneleştirmesi üzerinden kurar. Sınıfın
nesneleştirilmesi, sınıfın felç olma sürecidir. Sınıfın emek gücü haline
getirilmesiyle başlayan bu süreç, yıkıcı bir karaktere sahiptir.
Sınıfın atomize edilmesi; sınıfın organik birliğinin
sistematik parçalanmasıdır. Sınıfın atomizasyonu özgücünü kaybetmesine ve
muktedir olma duygusunu yitirmesine yol açar. Atomizasyon süreci aynı zamanda
sınıfın amorfe oluş süreci olarak işler.
Açık ya da rafine zorla birlikte uygulanan bu karşı devrimci
taktikler iç içe geçmiş bir içeriktedir. İşçi sınıfının finans-kapitalin
sürekli karşı devrimci taktik ve operasyonları karşısında bir enkaz yığınına dönüştürülmesi
hedeflenir.
Sınıfın bu süreçteki psikolojik profili şöyle
tanımlanabilir: Çıplak ve yıkıcı bir yalnızlık. Çin/Bangladeş çalışma rejimi
sınıfı sistematik olarak parçalayıp, atomize etmesi yanında zamanla duygu
körelmesine yol açar. Yaşanan her şey normalleştirilir. Bu duyguyu
kuşatılmışlık duygusu izler. Arkasından boşvermişlik ve umursamazlık gelir ve
yıkıcı süreç tamamlanır. Bu da kabuğuna çekilme, ruhsal yıkım ve kadavra olma
halidir.
Finans-kapital sınıfa uyguladığı bu çok yönlü enkazlaştırma
operasyonunu burada bırakmaz, bu aşamadan sonra enkazın “şekillendirilmesi”
başlar.
Artık işçi sınıfı, işçi cehennemlerinde uysal, terbiye
edilmiş bir şekilde çalıştırılacak kıvama gelmiştir. Çin/Bangladeş çalışma
rejimi sınıfı bir enkazlaştırma sistemi olduğu kadar, enkazın
şekillendirilmesi, maksimum kâra uygun yeniden düzenlenmesini sağlayan modern
bir Auschwitz’lerdir.
Bu cehennemi yapı bir irade yıkımı olarak işler. Doğal
sonucu olarak zihin bütünüyle kuşatılır, felç edilir. Sınıf böylece her şeye rıza
gösterir, özgürlükten kaçar, nefret eder, biat eder, rıza göstermeyi kanıksar,
tahakküme uyum gösterir, otoriteye tabi olur, tahakkümü içselleştirerek kendini
tanımlar, varlığını bütünleştirir, öfkelenmez, duygu körlüğü yaşar, ardından öz
yıkım gelir.
Çin/Bangladeş çalışma rejimi gücünü ve varlığını sınıfı
bloke ederek, onu atomize ve amorfe etmesinden alır. Ama en ufak bir karşı
duruş, itiraz, ret, sistemi işlemez hale getirir ve sistemde yıkıcı sonuçlar
yaratır.
Her şeyden önce Çin çalışma rejiminin realize olduğu her
havza, her fabrika, her atölye her şeye rağmen sınıfın öfke ve kinine
yataklık yapar. Bu alanlarda sınıfsal öfke ve kin yavaş, sessiz ve derinden
birikir.
Esas olarak bu öfke ve kini görmek ve bu birikimin parçası
olmak gerekir. Bu öfke ve kin ağırlıkta spontane patlamalar şeklinde kendini
dışavurur. Sorun bu spontanel patlamayı hissetmek ve onun parçası olmak ve ona
yön vermektir. Bu da öfke ve kinin biriktiği yerde olmaktan geçer.
Bu noktada her eylem ve direniş muazzam bir işlev görür. Her
örgütlenme çabası ve pratiği birikimin parçasıdır.
Sınıf ancak eylemin içinde enkazlaştırma operasyonlarını
boşa çıkararak, ontolojisini yeniden kurar. Sınıf mücadelesinin muhteşemliği ve
sınıfın otonomisi, en yıkıcı süreçlerde bile zengin bir şekilde ortaya çıkar,
olağanüstü sarsıcı sonuçlar yaratır. İşçi sınıfı kendi eylemi içinde kolektif
aksiyonunu örgütler. Devrimciler ve komünistler buradan beslenir ve kolektif
aksiyonun parçası olup, bu kolektif aksiyona yön verirler. Kısaca Çin çalışma
rejimi ve işçi cehennemleri bir başka boyutta olağanüstü sınıfsal öfke ve kinin
açığa çıktığı, sınıfın yıkıcı gücünün bir potada biriktiği alanlardır. Bu
alanlardaki öfke patlamaları da yıkıcı ve sarsıcı olacaktır.
* Marx Kapital’de bu durumun altını özellikle çizer.
“Değişmeyen sermaye, üretim araçları, artı-değer üretilmesi açısından düşünüldüğünde,
yalnızca, emeği ve emeğin her damlasıyla birlikte, onunla orantılı miktarda
artı-emeği emmek için vardır. Bunu yapamadığı sürece, onların varlığı
kapitalistin nispi bir kaybına neden olur, çünkü böyle atıl yattıkları sürece,
yararsız bir sermaye yatırımını temsil ederler. Bu sermayenin kullanılmasının
sekteye uğraması, işin yeniden başlaması için ek bir harcamayı zorunlu kılar
kılmaz, bu kayıp somut ve mutlak hale gelir. Emek-gücünün, doğal günün
sınırları ötesinde, geceye geçecek şekilde uzatılması, yalnızca geçici bir etki
yapar. Böylece ancak vampirin, emeğin canlı kanına olan susuzluğu azıcık
giderilmiş olur. İşte bunun için günün 24 saati boyunca emeğe el koyulması
kapitalist üretimin kaçınılmaz eğilimidir. Ne var ki, aynı bireysel
emek-gücünü, hem gece, hem de gündüz devamlı olarak sömürmek maddi olarak
olanaksız olduğuna göre, bu maddi engelin üstesinden gelmek için, gündüz
emek-gücü tükenen işçilerle, gece tükenenler arasında bir nöbetleşme
gereklidir. Bu nöbetleşme çeşitli şekillerde olabilir; örneğin işçilerin bir kısmı
bir hafta gündüz, ertesi hafta gece içinde çalıştırılırlar.” (Karl Marx, Kapital s.
271, c. 1, Sol Yayınları, 1986)